Yükseköğretimde Ulaşmayı Hayal Ettiğimiz Yer, Dünyanın Gideceği Yer Olmayabilir
Düşünmek kelimesinin anlamı, insanın kendi içine “düş”mesidir. Yükseköğretim meselesi tam da kendi içine düşecek kadar derin düşünmeyi gerektiren bir konu. Ne yazık ki Türkiye, gündeminin yoğunluğundan yükseköğretim yasasını ya da sorunlarını konuşamayacak durumda. YÖK yıllardır birikmiş acil gündelik sorunları çözme çabasında. Dünyadaki yeni nesil üniversite sancıları hiç duyulmuyor sanki. Üniversitelerimiz korumacı politikalarla yıllarca montajla milleti oyalayan otomobil sanayii gibi. İyi öğrencileri seçerek iyi üniversite olmaya çalışan, dünyadan öğrenci talebi alamayan, teknokentleri şirket ofislerine dönen patent yoksunu üniversitelerimiz ne yazık ki tıkanmış vaziyette. Arka planında büyük ticari projelerin ve atıf oyunlarının sergilendiği indekslerde makale yayımlamayı temel amaç edinen üniversitelerimiz, yarattıkları katma değer konusunda oldukça sessizler. Özellikle bazı üniversitelerimiz kurumsallıkları ve akademisyenlerinin yeterlikleri açısından oldukça yetkinler. Ancak demode bir yasaya tabii olmaları ve aktüel siyasetten kurtulamamaları nedeniyle bir sıçrama yapamıyorlar. Dünyanın iyi üniversitelerinde sıradanlaşan ters yüz sınıflar, dijital pedagoji, kişiselleştirilmiş öğrenme, geniş kitleye açık çevrimiçi dersler (MOOCS), mobil uygulamalar, artırılmış gerçeklik, oyun temelli öğrenme, öğrenme analitiği, üç boyutlu yazıcılar ve giyilebilir teknolojiler tek tük çabalar hariç bizim üniversitelerimizin ilgi alanına girmiyor. Öğrenme içeriklerine erişilebilirlik, Google books, text revolution, flatworld gibi örneklerle çarpıcı biçimde değişmiş durumda. Grade guru, cramster gibi öğrenme ağları, Phoneix Üniversitesi gibi başarılı uzaktan eğitim örnekleri çoğalıyor. Tüm bunları düşündüğümüzde 10. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda hedeflenen yükseköğretim vizyonu bile bugün çok gerilerde kalmış durumda. Üniversitelerimiz çıktıları dikkate almıyorlar ve girdiler üzerinden sistem yönetmeye çalışarak iyi öğrencileri “kapmayı” hedefliyorlar. Peki, dünyanın en iyi üniversitelerinin bulunduğu ABD’de neler oluyor? Bizim ulaşmayı hayal ettiğimiz Amerikan üniversiteleri bugünlerde ciddi tartışmalar yaşıyor. Önümüzdeki birkaç yıl içinde tüm üniversitelerin alt çeyrek %25’lik dilimdeki kısmının ciddi ekonomik sorunlar yaşayacağı, diğer üniversitelerinse zorlanacağı konuşuluyor. Mezun profilleri sanayi ve hizmet sektörleri tarafından kıyasıya eleştirilen gerçekten büyük üniversiteler iş dünyasının isteklerini yerine getirmek için büyük çaba gösteriyor. Amerikan üniversiteleri, “mezunlarınız yetkin değil, Hindistan Teknoloji Enstitüsü mezunlarını istihdam ederiz” diyerek tehdit savuran küresel firmalara yeni modeller üretiyor. “Biz üniversite eğitimi veririz, istihdamı düşünmesi gereken kurumlar değiliz” yaklaşımı fazla abartılı biçimde olsa da çoktan değişmiş durumda. Neo-liberalizmin üniversiteyi meslek okullaştırmaya çalışan tutumu elbette sağlıklı değil, ancak üniversitelerin iş dünyasından bu kadar habersiz olması da doğru değil.
2014 Ekim ayında M.A. McCarthy tarafından kaleme alınan “Beyond The Skills Gap” adlı raporda Amerikan toplumunun ve iş dünyasının değişen yapısı çözümleniyor. Lisans düzeyinde eğitime olan talepte azalma, yüksek okullara yönelik talepte ise artma olduğundan söz ediliyor. Pew Araştırma Enstitüsünün raporuna da yer verilen yazıda, lise mezunları arasındaki fakirlik oranının 1979’da %7 iken, bugün %22’ye ulaştığı belirtiliyor. Bu nedenle lise mezunu olmanın artık yetmediği, üniversitelerin çok pahalı olduğu, yüksek okulların ara çözüm sunduğu, mezun yetkinliğinin gözden geçirilmesi gerektiği belirtiliyor. Üniversitelerin iş dünyasının ve toplumun taleplerine cevap verememesinin altında yatan nedenlerin bir kısmı şöyle sıralanıyor raporda:
- Programların değil, kurumların akredite edilmesi
- Kalite güvence sitemlerinde dış göstergelerden çok iç göstergelerin dikkate alınması
- Öğrenmeye değil, üniversitede geçirilen zamana para ödenmesi.
- Çıktıların değil, öğrenci kayıt sayısının ödüllendirilmesi.
ABD’deki tartışmaların önemli bir kısmi yukarıdaki maddelerde de ifade edildiği gibi akreditasyon kurum ve süreçleriyle ilgilidir. ABD’deki mevcut akreditasyon tekelinin kırılması için, yeni kuruluşlara akredite olması kaydıyla yol açılması önerilmektedir. Bunun yanı sıra, akreditasyon heyetlerinin sadece akademisyenlerden değil, çalışanlar ve personeli de kapsayacak biçimde genişletilmesi teşvik edilmektedir. Fakir öğrencilere federal yardım olanaklarının genişletilmesi tartışılan bir başka konudur. OECD verilerine göre zengin öğrenciye fakir öğrenciden daha fazla para harcayan üç ülkeden biri Amerika’dır. Diğer ikisi Türkiye ve İsrail’dir. ABD’de neo-liberal politikalar sonucu yaygınlaşan test odaklı ölçme değerlendirmelerin fakir öğrencileri daha zor duruma soktuğu bilinmektedir. Harvard’dan L. Guinier Amerika’yı bugün yöneten “testokrasiden” şikayet etmektedir. Guiner, “ayrıcalıklı yapıyı kırmak için bir yol olarak uygulanan akademik testler gelişmeler göstermiş olsa da, iyi eğitim görmüş seçkin ailelerden gelen insanlara bir avantaj yarattığı ortadadır” ifadesini kullanmaktadır. Ocak 2015’te The Economist dergisinde yayımlanan Amerika’nın Yeni Aristokrasisi adlı makalede, zeki insanlar daha zengin hale geldikçe ve çocuklarının eğitimi için paralar savurdukça, artan beyin gücü ihtiyacından dolayı eğitim her zamankinden daha önemli hale geldikçe, ailenin geliri ve çocuğun akademik başarısı arasındaki bağlantı giderek güçlenmektedir denilmektedir. Çözümün zenginlerin çocuklarına para harcamalarını engellemekten değil, zengin ailelerin çocuklarını yakalamaya çalışırken başarısızlığa uğrayan fakir ve zeki çocuklara yardım etmekten geçtiği ilave edilmektedir.
Türkiye’ye geri dönecek olursak, gerçek bir paradigma doğumuna ihtiyacımız olduğu açık. Üniversiteleri kendi dünya görüşümüzün kurtarılmış bölgeleri haline getirerek mesafe alamayız. Sadece sade vatandaşı “çok iyi” bir üniversitelere sahip olduğumuz konusunda ikna edebiliriz. Türkiye’deki mevcut üniversite sayısının nüfusa göre az olduğu gibi basit neden-sonuç ilişkileri kurarak sadece kendimizi kandırabiliriz. İyi yapamadığınız bir şeyden neden daha fazla yapalım ki? Zira dünya nicel tartışmaları çoktan aştı. Ernst and Young kuruluşunun Avustralya için hazırladığı “University of the Future” adlı raporda beş mega-eğilimden söz ediliyor. Bilginin ve erişimin demokratikleşmesi, dijital teknolojiler, endüstriyle bütünleşme, küresel hareketlilik ve pazar ile fonlamadaki tartışılabilirlik. Değişimi zorunlu kılan bu eğilimlere kendi ekosistemimizi dikkate alarak ayak uydurmak durumundayız. Bunun için evrensel düşünmek yeterli olacaktır. İlkokul için milli hususlar önemlidir, ancak üniversitede milli meselelerden çok evrensel insanlık ideali ve paradoksal olarak milli çıkarlar önemlidir. Kendimiz için değil, yöntemlerdeki evrensellik anlamında dünya için bir yükseköğretim sistemi kursak yeterli aslında. Umut var mı?