Çocuklarımızın Yüzde 10’u ile Yüzde 90’ını Birlikte Düşünebiliriz
Eğitim sisteminin herhangi bir parçasında değişiklik yaptığımızda sistemin diğer parçaları da bu değişiklikten etkilenir. Türkiye’de eğitim sisteminin en çok değişiklik yapılan parçası kuşkusuz ki sınavlar. Ortaöğretime geçiş sınavı ve yükseköğretime geçiş sınavlarında bir öğrencinin ilkokula başlayıp liseden mezun olduğu 12 yıllık zaman dilimi içinde üç veya dört kez değişiklik yapılması olağan hale gelmiş durumda. Bu sınavlarda yapılan küçük değişiklikler bazen eğitim öğretim süreçleri üzerinde ciddi etkiler yaratabiliyor. Öğrencilerin, ailelerinin sosyo-ekonomik durumuna veya devam ettiği lise türüne göre daha avantajlı ya da dezavantajlı konuma gelmelerine de neden olabiliyor. Bütün bu düzenlemelerde öğrenciler ve öğrenme süreçleri bakımından göz önünde bulundurulması gereken iki temel olgu var: Kalite ve eşitlik. Bu iki olgunun eş zamanlı olarak ele alınması gerekir. Kaliteyi artırma adına eşitlikten, eşitliği artırma adına kaliteden ödün verilemez. 2017 yılının son aylarında yeniden düzenlenen ortaöğretime geçiş sınavları ve ortaöğretime yerleştirme sisteminin kalite ve eşitlik açısından sonuçlar doğurması kaçınılmaz. Sınavla geçiş sisteminin varlığını, yapılan düzenlemelerin paradigmatik ve pragmatik arka planını tartışmadan mevcut düzenlemeyi verili durum olarak kabul ettiğimizde dahi bu düzenlemenin olası etkilerini öngörebilmek gerekir. Bu düzenlemenin öğretme ve öğrenme süreçleri üzerinde etkileri büyük ölçüde 2018-2019 eğitim öğretim yılı başlamadan önce ne yapacağımıza ve ne yapmayacağımıza bağlı olarak değişecektir.
Aynı okul ve aynı sınıf içindeki öğrenciler daha önce hiç olmadığı kadar farklılaşacak
2018-2019 eğitim öğretim yılında ortaokuldan liselere geçecek öğrencilerin yaklaşık %10’unun merkezi sınav sonucuna göre yerleştirilmesi öngörülmektedir. Resmî açıklamalardan hareket edecek olursak, geriye kalan %90’ı adrese dayalı olarak, akademik başarı düzeyine göre ayrıştırılmadan bir liseye yerleşecek. Bu düzenlemenin hem ortaokullarda hem de liselerde öğretme ve öğrenme süreci üzerinde kısa vadede doğrudan etkileri olacaktır. Ortaokullarda %10’luk dilime girebilmek için yoğunluğu artırılmış bir rekabet ve ayrışma eğilimi ortaya çıkacaktır. Liselerde ise %90’lık dilim içinde kalan ve birbirinden akademik başarı ve bilişsel kapasite olarak oldukça farklılaşan öğrencilerin aynı okul içinde veya aynı sınıf içinde birlikte eğitim öğretim görmeleri söz konusu olacaktır. Bugüne kadar öğrencilerin akademik başarı düzeylerine göre hiyerarşik bir sınıflama ile liselere yerleştirildiğini biliyoruz. Farklı başarı düzeyindeki öğrencilerin aynı okulda ve aynı sınıfta eğitim öğretim görmeleri liseler için yeni bir güçlük yaratacaktır. Liselere merkezi sınav puanına göre yerleştirilecek öğrenci oranının %10 civarında olacağı düşünüldüğünde “resmî” beklenti “büyük çoğunluğun ortaöğretime geçiş sınavına girmeyeceği” yönünde. 2018 yılı Haziran ayında uygulanacak sınava girecek öğrenci sayısı bu beklenti konusunda daha sağlıklı bir değerlendirme yapmaya yardımcı olacaktır. Ancak toplumda bir sınav ve rekabet kültürünün yerleşik hale geldiği; sınavla yerleşebilmenin “kazanmak”, sınavla yerleşilen bir okula yerleşilemediğinde ise “kaybetmek” algısının yıllar içinde iyice pekiştiğini de göz ardı etmemek gerekir. Bu nedenle merkezi sınava girecek öğrenci oranının yüksek olması şaşırtıcı olmayacaktır.
Ortaokullarda %10’luk dilime girme potansiyeli görülen %30 için geri kalan %70 riskli hale gelebilir
Liselere geçişte %10’luk bir öğrenci grubunu ayrıştırmak ve kendi içinde akademik başarı sıralaması yapmak için sınav içeriğinin ayırt edici olması, soruların görece olarak yanıtlanması güç sorulardan oluşması gerekir. Soruların nasıl hazırlanacağı ve güçlük derecesinin uygun düzeyde olması teknik konulardır. Görece olarak da kolaylıkla çözümlenebilecek bir sorundur. Esas sorun liselere geçiş sınavında sorulacak soruların niteliği ve güçlük derecesinin ortaokullarda öğretme ve öğrenme süreçlerini nasıl etkileyeceği ile ilgilidir. Bu bağlamdaki öncelikli potansiyel risk; okul yöneticilerinin, öğretmenlerin ve velilerin okullarda %10’luk dilime girme iddia ve çabasında olan öğrencilere odaklanması sonucunda diğer öğrencilerin ihmal edilmesidir. Burada karşılaşacağımız durum tam olarak ihmal etmektir.
Sınav kapsamında %10’luk dilime girebilmek veya girememek; eğitimsel, toplumsal ve kültürel anlamlar yükleyeceğimiz, algısal ya da olgusal, aynı zamanda bireysel açıdan kayıplar ya da kazançlar anlamına gelecek sonuçları olan bir gerçekliktir. Sınav dönemi yaklaştığında televizyon ekranlarından “yüzde 10’luk dilime girememek dünyanın sonu değil” şeklinde açıklamalar yapmak, telkinlerde bulunmak sınav gerçekliğini ortadan kaldırmayacaktır. Ancak öğrencilerin bir kısmını %10’luk dilime girebilmeleri için sınava hazırlarken, geriye kalanları ihmal etmek ya da ihmal etmemek eğitimsel bir tercihtir. İhmal etmek kolay olanıdır, yalnızca başarı düzeyi yüksek öğrencilere odaklanırsınız ve belki de sizin okulunuzdan, sınıfınızdan daha fazla öğrencinin %10’luk dilime girmesini temin edebilirsiniz. Böylece başta veliler olmak üzere herkes sizin “başarılı” bir yönetici veya “başarılı” bir öğretmen olduğunuzu düşünebilir. Oysa başarı, %10’luk dilime girme olasılığı yüksek olan öğrencilerle birlikte, akademik başarı düzeyi “ortalama” veya daha “düşük” öğrencilerin de öğrenmesine ve gelişimine odaklanabilmektir. Bunu yapmak insani, etik, toplumsal ve ekonomik boyutlarıyla birlikte bir tercihtir. Ancak sınıf içinde öğrenme özellikleri farklılaşan, farklı başarı düzeyindeki öğrencilerin tamamının öğrenmesine ve gelişmesine odaklanmak aynı zamanda öğretmenler açısından bazı yetkinlikler ve beceriler gerektirir. Sorun tercihimizin ne olacağı ve aynı zamanda tercihimize uygun yetkinlik ve becerilerin geliştirilmesi ile ilgili gözükmektedir.
Liselere sınavsız yerleşecek %90’ın öğrenme ve gelişimi odağa alınmalıdır
Merkezi sınav sonucuna göre yerleştirme yapılan liselerde öğrenciler akademik başarı düzeyi bakımından daha benzer bir nitelik gösterecektir. Ancak adrese dayalı yerleştirme yapılan liselerde geriye kalan %90’lık dilim içinde başarı düzeyi oldukça farklılık gösteren öğrenciler aynı okulda ve aynı sınıfta eğitim öğretim görecektir. Bu durumda birkaç farklı senaryonun ortaya çıkma olasılığı vardır: Bunlardan birincisi kontenjan sınırlılıkları dikkate alındığında, tercih bölgesi içindeki okullara yerleştirmede akademik başarıya göre bir yerleştirme yapılmasıdır. Bu senaryo söz konusu olduğunda eldeki veriler sadece öğrencilerin okul başarı puanı olacaktır. İkinci senaryoda ise okul içinde öğrencilerin akademik başarı düzeylerine göre ayrıştırılarak şubeler oluşturulabilir. Ancak bu konuda en üst düzeyde yetkililerin açıklamaları bu senaryoların her ikisinin de olmayacağı, üçüncü senaryo olarak değerlendirebileceğimiz farklı başarı düzeyindeki öğrencilerin okullara ve sınıflara tercihleri doğrultusunda yerleştirileceği yönünde. Üçüncü senaryo pedagojik açıdan en uygun senaryo olabilir. Ancak Türkiye’de eğitim sisteminin geleneksel olarak akademik başarıya göre hiyerarşik bir sınıflama üzerine kurgulandığı ve işlediği dikkate alındığında, farklı başarı düzeyindeki öğrencilerin aynı okul ve aynı sınıf içinde eğitim öğretim görmeleri yapısal bir düzenleme olmanın ötesinde güçlükler barındırmaktadır.
Öncelikle farklı başarı düzeyindeki öğrencilerin aynı okul ve aynı sınıf içinde eğitim öğretim görmeleri, yeterince uzun bir süredir, alışık olmadığımız bir durum. Hem eğitimciler hem de veliler arasında yaygın kanaat -her ne kadar bu kanaat bilimsel bilgiye dayalı olmasa da- öğrencileri akademik başarı düzeyine göre ayrıştırmanın “iyi bir şey” olduğu yönünde. Bu kanaatin ve algının değişmesi en iyimser durumda bile zaman alacaktır.
Farklı başarı düzeyindeki öğrencilerin aynı okul ve aynı sınıf içinde eğitim öğretim görmeleri okul yöneticilerini ve öğretmenleri bir hayli zorlayacaktır. Bu zorluk farklı başarı düzeyindeki öğrencilerin aynı okul ve aynı sınıf içinde eğitim öğretim görmelerinin yanlışlığından kaynaklanmaz. Bu zorluk, bugüne kadar ayrıştırılmış öğrenci gruplarına eğitim öğretim vermekle meşgul olmuş eğitimcilerin kendi içinde çeşitliliği yüksek olan bir grupta etkili bir öğrenmeyi sağlayabilmek için gerekli becerilerinin de gelişememiş olmasından kaynaklanır. Bugüne kadar böyle bir güçlükle, en azından bu ölçekte, karşılaşmadılar. Kaldı ki mevcut durumda da Türkiye’de sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı veya başarı düzeyi düşük öğrencilere öğretmede etkililik ciddi boyutta sorgulanabilir gözükmektedir. Son on yıl içinde PISA performansı bakımından değerlendirildiğinde Türkiye’de sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı öğrencilerden Seviye 3 ve üzeri başarı gösterenlerin oranı yıllık bazda sadece %0,2 artış göstererek 2015 yılında %7,2 olmuştur. Bu oran OECD ülkelerinde ortalama %25 civarındadır. Bunun anlamı mevcut durumda öğretme ve öğrenme süreçlerinin sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı ve başarı düzeyi düşük öğrenciler için öğrenmeyi destekleyecek koşulları karşılamadığıdır.
Farklı başarı düzeyindeki öğrencilerin aynı okul ve aynı sınıf içinde eğitim öğretim görmeleri yoluyla eğitimde hem kalite hem de eşitlik artırılabilir.
Ancak bunun için 2018-2019 eğitim öğretim yılı başlamadan alınması gereken önlemler var. Bunlardan birincisi öğretmenlerin öğrenme özellikleri ve akademik başarı düzeyleri bakımından farklılaşan öğrencilerin aynı sınıf ortamında etkili bir şekilde öğrenebilmelerini sağlayacak yetkinlik ve becerilerinin geliştirilmesidir. Öğretmenlerin öğrencilere kendileri için hedefler oluşturmayı öğretme, öğrenme kaynaklarını nasıl kullanacaklarını öğretme, öğrenme stratejilerini kullanmayı öğretme gibi temel yetkinlik ve becerileri kazanmalarına yönelik destek çalışmaları yapılmalıdır. Öğretmenin mevzuatla ders kitabındaki içerik ile sınırlandırıldığı dikkate alındığında, bir öğretmenin söz konusu mevzuata uygun davranması halinde farklılaştırma veya zenginleştirme yapması mümkün değildir. Aynı sınıf içindeki öğrenci çeşitliliği aynı zamanda sınıf içi ölçme ve değerlendirme verilerini iyi bir şekilde kullanabilmeyi, öğrencilere özelliklerine göre farklı ödevler, alıştırmalar, sınıf içi çalışmalar vermeyi, sınıf içinde grup çalışmasını ve akran öğrenmesini etkili bir şekilde kullanabilmeyi gerektirir. Bu becerilerin geliştirilmesi öğretmenler için yoğun bir mesleki gelişim çalışmasının planlanması ve uygulanması ile gerçekleştirilebilir. Bu becerilerin geliştirilmesine yönelik çalışmalar hem ortaokul hem de lise öğretmenleri için 2018-2019 eğitim öğretim yılı başlamadan gerçekleştirilmeli ve öğretim yılı içinde okul temelli bir yaklaşımla devam ettirilmelidir. Diğer yandan öğretmenlere öğrencilerin öğrenme özelliklerine göre içerik ve materyallerde farklılaştırma yapma özerkliği sağlanmalıdır. Bu özerkliği kullanma serbestliğine sahip olmayan öğretmenin farklılaştırma ve zenginleştirme becerilerinin geliştirilmesi işlevsel olmayacaktır.
Öğretmenlerin becerilerinin geliştirilmesi yanında okul ortamında öğrenme eko-sisteminin iyileştirilmesi; öğrencilerin öğrenmesine ve gelişimine odaklı etkili bir okul liderliği, düzenli ve güvenli bir öğrenme ortamı, okul saatleri içinde sağlanan telafi ve destek programları, gereksinim duyan öğrencilere bireysel destek sağlama, etkili bir okul-veli işbirliği özellikle başarı düzeyi düşük öğrencilerin öğrenmesinde etkili olmaktadır. Farklı başarı düzeyindeki öğrencilerin birlikte ve birbirinden öğrenebileceği bir okul ve sınıf ortamı oluşturmak, becerilerin geliştirilmesi ve öğrenme ortamını iyileştirecek kurumsal düzenlemelerin eş zamanlı olarak hayata geçirilmesi ile sağlanabilir.
Liselere geçiş düzenlemesi son fırsat olabilir
Eğitim sistemi ortaöğretime geçişle ilgili düzenlemeleri hala bir fırsata dönüştürebilir. Bunu yapmak, ancak sınavla yerleştirilecek %10’un öğrenmesi ve başarısını diğer %90 ile birlikte düşünmekle mümkün olabilir. Yüzde 10’a girme potansiyeli görülen %30-40 için %60-70’in ihmal edilmesi bu ülke için ağır bir bedel olacaktır. Dezavantajlı ailelerden gelen 15 yaşındaki öğrencilerin sadece %7’si PISA’da Seviye 3 ve üzeri performans gösteriyorsa, sadece %10’a değil %90’a odaklanmak, her öğrencinin başarması için önlem almak acil bir durum olarak görülmek zorundadır.
Yüzde 10’luk kesimin iyi bir eğitim alması önemlidir. Ancak daha önemli olan tüm öğrencilerin asgari düzeyde temel yetkinlik ve becerileri kazanmaları ile ailelerinin sosyo-ekonomik dezavantajlarından bağımsız olarak öğrenmede imkan ve fırsat eşitliğine sahip olmalarıdır.
Dileğimiz, bu fırsatın kaçırılmamasıdır. Bu fırsat kaçırılırsa, ülke olarak kayıplarımız bir yana, dört yıl içinde tekrar okulların yüzde yüzüne sınavla öğrenci seçmeye ve yerleştirmeye dönmek gibi bir olasılıkla karşı karşıya kalabiliriz.