Yükseköğrenimde Dönüşüm İhtiyacı

Yükseköğrenimde Dönüşüm İhtiyacı

Son yıllarda dünya çapında devam eden “Üçüncü Nesil Üniversite” kavramına yönelik tartışmalar, bir yandan yükseköğrenimde dönüşüm ihtiyacının kaçınılmaz olduğunu gösterirken, diğer yandan da “Nasıl?” sorusunu gündeme getiriyor. Bu noktada geleneksel üniversite modeli ile yükseköğrenimin önünde bulunan eğitsel ve yapısal anlamdaki kısıtları tespit etmek, dönüşümün yönünü belirleyebilmek açısından büyük bir öneme haiz. Eğitim ve toplumsal kurumlar arasında var olan organik bağlar düşünüldüğünde, bu konuda bir kamuoyu tartışmasının başlaması gerektiği net bir şekilde karşımıza çıkıyor. Bunun en temel sebebi ise yükseköğrenimin bir eğitim meselesi olmaktan ziyade toplumsal bir mesele olmasına dayanıyor.

Bu noktadan hareketle, eğitim sistemimizde gelişime açık konular üzerine farklı bakış açıları sunmaya çalıştığımız bu ayki dosya konumuzun teması yükseköğretimde dönüşüm ihtiyacı. Tartışmaların ana odağı ise, üniversitelerin yapısal durumu, Türkiye’de üniversitelerin niteliği, Türkiye ve dünyada yükseköğrenimde tartışılan konuların farklılığı, ARGE ve yükseköğrenim ilişkisindeki gelişmeler.

Doç. Dr. Fatma Nevra Seggie, Prof. Dr. Mustafa Özcan ve Prof. Dr. Ayşegül Artmann’ın değerli katkılarıyla gerçekleştirdiğimiz çalışmamızda ortaklaşan görüşlerden bazıları ise şöyle;

  • Toplumun üniversiteden beklentilerinin değişmesi nedeniyle üniversitelerin bu ihtiyaçları karşılayacak bir yapıya doğru evrilmesi gerekmektedir.
  • Üçüncü Nesil Üniversite kavramı, yükseköğretime yeni bir bakış sunmuştur. Bu bakış ile kavramın ve bu kavramın pratiğe yansımaları özgün bir biçimde geliştirilmelidir.
  • Eğitim ve istihdam ilişkisinin kuvvetlendirilmesi için, üniversite ve sanayi ortaklığının kurulması gerekmektedir.
  • Türkiye’de üniversitelerin bağımsızlığı, akademik özgürlükler ile ilgili sorunların ivedilikle çözülmesi ve akademinin nitelik odaklı tartışmalara geçmesi sağlanmalıdır.
  • Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de, üniversitelerin akademiye ve bilime olduğu kadar toplum için de değer üretecek şekilde ilerleme kaydetmesi artık bir zorunluluktur.

Görüşmelerin tamamına aşağıdan ulaşabilirsiniz;

Doç. Dr. Fatma Nevra Seggie

Dünya çapında üçüncü nesil üniversitelerin tartışmaya açılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu ihtiyacı gündeme getiren etmenler nelerdir?

Tarihsel açıdan bakıldığında, yaşadığımız dünyanın değişiminden ve buna bağlı olarak değişen ihtiyaçlardan bütün kurumlar olduğu gibi üniversiteler de etkilenmiştir. Hans Wissema’nın “Üçüncü Kuşak Üniversitelere Doğru” (2009) kitabında detaylı olarak anlattığı gibi, son birkaç on yılda küreselleşme ile beraber, dünyada yeni ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel yapılanmalar ortaya çıkmıştır. Bu yeniden yapılanma sürecinde sermayenin dolaşımı, devlet özel sektör ilişkisi, pazar mekanizmasının işleyişi, kamusal görevler ve toplumsal anlayışlar yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Bu yeniden yapılanma sürecinde ekonomi ve kazanç ön plana çıkmış, artan maliyet fiyatlarını aşağı çekmek için araştırmalar önem kazanmış, buna bağlı olarak girişimcilik ve yaratıcılık aranan nitelikler arasına girmiş, profesyonel yönetim anlayışları ön plana çıkmış, teknolojide büyük adımlar atılmış, toplumun bütün kesimlerini anlamak ve onlara hitap edip ihtiyaçlarına cevap vermek anlayışı benimsenmiştir. Tüm bu gelişmelerle beraber rekabet kavramı ön plana çıkmış ve yükseköğretime devam etmek isteyen öğrenci sayısında büyük artışlar meydana gelmiş, sadece beyaz yakalı elit yetiştirmek anlayışında olan üniversiteler kitlesel eğitim veren kurumlara dönüşmüştür. Dünyadaki bütün bu küresel değişimler ve talepler, Clark’ın (2001) belirttiği gibi üniversite, devlet ve pazar ilişkisini yeniden şekillendirmiş ve ortaya üçüncü nesil üniversite denen, yeni bir girişimci (entrepreneurial) üniversite modeli ortaya çıkarmıştır. Bu modelde üniversiteler sadece eğitim-öğretim ve araştırmadan sorumlu olmayacak, üstüne toplumsal fayda sağlayacak katkılarda bulunacaklardır. Burada toplumsal faydadan kasıt, üniversitelerde üretilen ve yayılan bilginin hayata geçirilmesini sağlayacak mekanizmaların yaratılmasıdır. Üçüncü nesil üniversitelerin tartışılmaya başlanması üniversite, üniversite-devlet ve üniversite-piyasa anlayışını yeniden sorgulatacak; üniversitenin, üniversite öğrencisinin ve öğretim üyesinin varlıklarını baştan anlamlandıracaktır. Rekabet, verimlilik, piyasa ve pazar anlayışlarını öne çıkaran bu yeni nesil üniversitelerde önemle düşünülmesi gereken konulardan biri, eğitimin metalaşmasının ötesinde, öğretim üyesinin ve öğrencinin bürüneceği yeni kimlikler ve eğitimin niteliğidir.

Üçüncü nesil üniversiteler eğitimin niteliğinde nasıl bir dönüşüme neden olacaktır?

Wissema’nın (2009) belirttiği gibi, üçüncü nesil üniversitelerin en büyük amacı bilgiyi teknolojiye dönüştürmektir. Bu süreç içerisinde teknoloji şirketleri ve üniversite ortaklıkları büyük önem kazanacaktır. Bu suretle, öğrenciler için şirketlerde staj imkânları yaratılacak, öğretim üyeleri danışmanlık imkânı bulacak, öğrenciler teknoloji tabanlı şirketler yaratılması için teşvik edilecek, üniversitelerin teknoloji merkezleri haline getirilebilmeleri için gerekli eğitim ve destek programları kurulacaktır. Günümüz dünyasında elbette ki teknoloji son derece önemlidir. Fakat teknolojiyi bu kadar merkeze koyan bir üniversite, çok yönlü bir birey yetiştirmekte ne kadar başarılı olacaktır? Üniversitelerin görevi öğrencileri sadece mesleğe hazırlamak değil aynı zamanda onları psikolojik, sosyal ve kültürel anlamda olgunlaşmış, sorumluluk düzeyi yüksek vatandaşlar olarak yetişmelerine katkı sağlamaktır. Bu görevi, üniversiteler yarattıkları kültür ve iklimin yanı sıra, sundukları eğitim olanakları ile de yerine getirmektedir. Bu yeni durumla ilgili endişeler ise, bilgiyi teknoloji ile buluşturma, rekabet ve verimlilik derdine düşen üniversitelerin üyelerini, toplumu oluşturan ‘beraberlikten güç kazanma’ kavramından uzaklaştırmasıyla, var olandan daha da bireysel hedeflere ve yalnızlaşmış yaşam tarzlarına yöneltmesiyle ilgilidir. Tabii bu süreçte kültürel olarak değil akademik olarak da büyük bir dönüşüm yaşanacak, bazı fakülteler ve bölümler daha talep edilir hale gelirken, diğer fakülteler kan kaybedecektir. Burada ise en büyük darbeyi temel bilimler alacak ve üniversiteler öğrencileri aslında topluma her yönden katkı sağlayacak bireyler yetiştirme yerine teknoloji merkezli küresel pazara ve sermayeye katkı sağlayacak iş gücü üretmeye yönelecektir. O yüzden bu dengenin çok iyi kurulması ve korunması lazımdır.

Üçüncü nesil üniversitelerin bir diğer özelliği de uzaktan eğitime önem vermesidir. Uzaktan eğitim öğretmen öğrenci sınıf ilişkisini yeniden yapılandıran ve dönüştüren bir sistemdir. Bu sistemin içinde bir yandan erişim anlamında olumlu gelişmeler beklenirken diğer yandan teknolojik donanıma sahip olmayan bölgelerin sistemden yararlanması bakımından tamamen olumsuz bir durum ortaya çıkacaktır. Üçüncü nesil üniversiteler ayrıca interaktif öğrenmeyi savunan ve e-kütüphane ve e-kitap üzerine yoğunlaşma felsefesine sahip üniversite modelidir. Bu oldukça pahalı bir model olmasına rağmen bu imkanlara erişimi olan üniversiteler diğerlerine nispeten çok fark atmış duruma geçecek ve rekabet anlamında artıda olacaklardır.

Üçüncü nesil üniversitelerin bir diğer kavramsal felsefesi de yaratıcılık ve girişimciliktir. Aslında bunlar iç içe geçmiş kavramlardır. Sistemimizin bu iki kavramı ilkokuldan üniversiteye kadar körelttiği bir süreçte bunları tekrardan var etmek ne kadar imkanlı olur tabii ki bilinmez ama en azından bu kavramların ön plana çıkarılmasını ve ona göre müfredat ve ders planlarının hazırlanmasını, eğitim öğretim yöntemleri ve materyallerinin hazırlanmasını çok olumlu buluyorum.

Son olarak üçüncü nesil üniversitelerin eğitim öğretim dili İngilizce olacaktır. Bu konu eğitim politikalarında uzun yıllardır tartışılan bir konudur. İngilizce küresel bir dil olarak dünyadaki yerini korumaktadır ama okul dilinin kişinin yabancı dili olmasının da araştırmalarla kanıtlanmış, öğrenciye ket vurucu bir yönü vardır. Öğrenci kendi anadili gibi kullanamadığı yabancı dilinde tartışma, ki üniversite de bu en çok beklenen ve kazandırılmak istenen beceridir, eleştirel düşünceyle fikirlerini sunma, savunma ve yazma becerilerinde yetersiz kalabilir. Bu da öğrencinin akademik başarısının ve gelişiminin önünde engel teşkil edebilir. Bugün bile İngilizce eğitim veren kurumların çoğunda, öğrenciler öğretmenlerden dersleri Türkçe özetlemesini, tartışmaları Türkçe yapmasını istemektedir.

Üçüncü nesil üniversitelerin bütün bu belirtilen özellikleri aslında kaynak meselesi ile de doğrudan ilintilidir. Kaynaklara sahip olan üniversiteler bu modele geçiş yapabilecek ve birçok bakımdan diğer üniversitelerden daha donanımlı ve avantajlı duruma geçecektir. Bu noktada en büyük sorun bunun toplumsal gruplar arasındaki eşitsizlikleri ve eğitimin niteliğinde var olan uçurumları derinleştirebilecek olmasıdır.

Üçüncü nesil üniversiteler aynı zamanda eğitim ve istihdam ilişkisinin güçlendirilmesi yönünde bir dönüşüm. Dünyada, eğitim ve istihdam ilişkisine yönelik uygulanan modellerden bahsedebilir misiniz?

Dünyada eğitim istihdam ilişkisi piyasanın ihtiyaçları bağlamında belirlenmektedir. Eyüp Bedir’in 2002’deki eğitim istihdam ilişkisini inceleyen yazısında belirttiği gibi, dünya büyük bir dönüşümün ve değişimin içindedir. Yaşadığımız çağ, bilgi çağı olup, nitelikli işgücü ön plana çıkmıştır. Nitelikli iş gücü talebi eğitimin önemini artırmış, özel eğitim kurumları sisteme dâhil olmuştur. Piyasanın üniversitelerin kendisi için yetiştirmesini beklediği insan gücü, teknolojik gelişmelere açık ve uyum gösteren, kendini devamlı yenileyen, alanında derinlemesine bilgiye sahip olan, en az bir yabancı dil bilen, takım halinde disiplinler arası çalışma yapabilme beceri ve yeteneğine sahip olan kişilerdir. Bu modelde, üniversitelerin görevi bilgi toplumunun gerektirdiği bu bilgi ve beceriye sahip işgücü sağlayabilmek ve öğrencilerini bu doğrultuda donatabilmektir. Yani eğitim, özellikle yükseköğretim bilgi toplumunun gerektirdiği işgücünü sağlamakla yükümlüdür. Bunun yanı sıra meslek yüksekokulları da önemli bir konumdadır ve ara eleman yetiştirmektedir.

Türkiye için bu modellerden yararlanmak söz konusu olabilir mi, yoksa özgün bir tasarıma mı ihtiyaç var?

Türkiye için de bu modellerden yararlanmak söz konusudur. Küresel dünyada Türkiye de yerini almış ve bilgi toplumuna doğru bir ivme kazanmıştır. Bilim ve teknoloji tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de öne çıkmış olup bunlara uyum sağlayacak insan yetiştirmek gerekmektedir. Ancak Türkiye’deki üniversitelerin henüz bunu tam anlamıyla sağladıklarını söylemek güçtür. Aşırı bilgi yüklenmesi, ezbere dayalı eğitim anlayışının varlığı, teknolojinin yeterince kullanılmaması ile yabancı dil öğrenmedeki sıkıntılar sorunların bazılarıdır. Daha da önemlisi nitelikli öğretim üyesi eksikliği, finansal sıkıntılar, ülkedeki önceliklere göre insan yetiştirme eksikliği eğitim istihdam konusundaki sıkıntılara parmak basmaktadır. Bu bağlamda Türkiye yükseköğretim sistemi ülkenin ve piyasanın ihtiyaçlarının analizini yapmalı ve ona uygun öğrenciler yetiştirebilecek bir model oluşturmalıdır. Yükseköğretim sisteminin modelinde temel alınması gereken unsurlardan bazıları değişime ve dönüşüme açık, teknolojiyi kullanabilen, iletişim becerileri yüksek, sorumluluk sahibi olmaktır. Yükseköğretimin eğitim ve yönetim modeli bu veriler çerçevesinde yeniden yapılandırılmalı ve öğrencileri piyasanın ihtiyacına cevap verebilecek şekilde yetiştirebilmelidir. Bu bağlamda eğitim ve öğretim kalitesi artırılmalı, üniversite-sanayi işbirlikleri kurulmalı, danışmanlık, stajyerlik ve sponsorluk desteklenmeli, ömür boyu eğitim anlayışı, mutlaka eğitim sistemimiz içerisine entegre edilmeli, Meslek Yüksekokulları öğrenciler ve öğretim elemanları açısından cazip hale getirilmelidir (Bedir, 2002).

Birçok eğitim kurumunda olduğu gibi üniversitelerde başarılı öğrenciler sayesinde “başarılı bir üniversite” konumuna yükseliyor? Öğrenciden bağımsız iyi bir üniversite olmak ne demek?

İyi bir üniversite öncelikle iyi bir lidere sahip, misyonunu vizyonunu belirlemiş, akademik özgürlük kültürünü oturtmuş özerk bir üniversitedir. Katılımcı demokrasiden güç alarak etkili bir yönetimin önderliğinde öğrenciden bağımsız bir üniversite teknolojik donanımlarını ve altyapısını kurmuş, sanayi ile ortaklıklar geliştirmiş bir üniversitedir. Daha da önemlisi kurulduğu bölge ile sıkı bağlar kurabilen, o bölgeden hem beslenen hem de o bölgeyi geliştirebilen bir üniversitedir. Araştırma ve bilime önem veren, öğretim üyelerinin projeler ürettiği, teknoparklara katkıda bulunduğu, konferanslara katıldığı, araştırma ekiplerinde yer aldığı, yayınlar yaptığı, patentler aldığı, sanat, spor ve müzikte başı çeken faaliyetlere önderlik eden bir üniversitedir.

QS Dünya Üniversite Sıralaması 2014 sonuçlarına baktığımızda en iyi üniversitelerin Massachusetts Institute of Technology (MIT), Imperial College London, Cambridge Üniversitesi, Harvard Üniversitesi, University College London, Oxford Üniversitesi, Stanford Üniversitesi, California Institute of Technology (Caltech), Princeton ve Yale olarak ilk 10 sırada yer aldığını görmekteyiz. QS’in kendi web sayfasında belirttiği gibi, bu üniversiteler çoğunlukla fen, teknoloji, matematik ve mühendislik alanlarında yoğunlaşan uluslararasılaşmaya, bilime ve araştırmaya son derece önem veren üniversitelerdir. Dünyanın en iyi üniversite sıralaması tamamen öğrenci niteliklerinden ve öğretimden bağımsız olarak yapılmaktadır. Diğer bir ifade ile bir noktaya kadar öğrenciden bağımsız olarak akademik prestiji olan iyi bir üniversite sıralaması yapılmaktadır. Fakültenin katıldığı araştırmalar, akademik personelin öğrenci sayısına oranı, mezunların iş bulabilirliği, uluslararası işbirliği, teknoloji, uzaktan eğitim, uluslararasılaşma gibi kriterler göz önüne alınmıştır. Hem sıralama kriterleri hem de ilk 10’daki üniversiteler göz önüne alındığında seçim ve sonuçların küresel dünyada bilgi toplumunun ihtiyaçlarından yola çıkılmış ve sonuçlanmış olduğunu görmek mümkündür. Türkiye yükseköğretiminin yeri ise bu sıralamada en iyi 399. derecededir (Bilkent ve Boğaziçi üniversiteleri). Sonrasında ODTÜ, Koç ve Sabancı 400′lerde, İTÜ, Hacettepe ve İstanbul üniversiteleri daha da gerilerde yer almaktadır.

Üniversitelerimiz böyle bir vizyonu oluşturmakta neden zorlanıyor?

Üniversitelerimizin önündeki idari, akademik ve finansal engeller, onların öğrenciden bağımsız iyi bir üniversite vizyonunu oluşturmasını zorluyor. Tarihsel olarak yükseköğretim kültürümüz başarıyı öğrenci başarısı ile ilintilemiştir. Gücünü öğrenci yetiştirmekten almış olan üniversiteler, kaynaklarının çoğunu eğitim ve öğretim odaklı kullanmıştır.

Ülkemizde eğitim konusunda başarı hep öğrenci başarısı ile ilintilendirilmiştir. Çok yakın zamana kadar üniversitelerin performans kriterleri, sıralama listeleri yoktu. Üniversitelerin kalitesi öğrenciyi kaç puan ile aldığı ve sonrasında hangi işyerlerine yerleştirebilme potansiyeli olduğu ile ilgiliydi.

Bu belki yavaş yavaş değişiyor. Üniversitelerin sıralamasında listeler ve farklı kriterler kullanılmaya başlandı. Araştırma, teknoloji, kaynaklar ve öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı, yapılan proje sayısı, ödüller gibi kriterler üniversitelerin iyi üniversiteler olarak gruplanmasında göz önünde bulundurulmaya başlandı. Bu tabii ki büyük bir kültür ve zihniyet değişimi gerektiriyor. Bugüne kadar başarıları iyi öğrenci yetiştirmek olan öğretim üyelerinin de rolleri değişti. Başarılı öğretim üyesi sadece öğrenci odaklı olarak iyi ders anlatan kişinin yanı sıra, iyi araştırma yapan, projelerde çalışan, topluma katkı sunan kişi olarak değişmişti. Buna uyum göstermek, değişime hemen alışmak çok da kolay değildir. Aynı şey yönetim modelleri için de geçerli, eskiden yönetimler kendi üniversitelerinin tanıtımını ve başarısını öğrencilerle ilintilendirirdi. Bugün artık yönetimlerden beklenen üniversiteleri sanayi ve toplumla birleştirmesi ve buluşturması; hem yerel, hem ulusal, hem de uluslararası bağlarını kuvvetlendirme çalışmaları yapması, devletin imkânlarının yanında kendi kaynaklarını yaratabilme yollarını bulmasıdır. Yönetim modelleri açısından yeni anlayış çok farklı bir lider olmayı gerektirmektedir ve idari anlamda da büyük bir kültür değişikliği gerektirmektedir ki bunlar uzun ve zorlu süreçlerdir. Akademik topluluğun bu hedefe yönelik takım halinde aynı misyonu taşıması, bunu içselleştirmesi ve beraberce çalışması gerekmektedir. Türkiye yükseköğretimi henüz bu aşamaya gelmemiştir.

Türkiye’de üniversitelerin katma değer oluşturmasının önündeki engeller nelerdir?

Benim için bir üniversitenin en büyük iki katma değer oluşturma hedefi vardır ve olmalıdır: kurulduğu bölgeye katkı ve içine aldığı akademik topluluğa katkı. Her iki katkı alanına yönelik hedefler ve stratejiler belirlenmeli, ekonomik ve idari destek olmalı ve kültürel anlamda toplumlar buna hazır olmalıdır. Maalesef bunlar Türkiye’de engellerle karşılaşmaktadır.

En büyük engellerden biri eğitim sistemimizin kendisi ve eğitime bakış açısıdır. Üniversitelerin bir görevi öğrencilerin psikolojik ve kişisel gelişimlerine de katkıda bulunmaktır. Ama ülkemizdeki eğitim hayatı tamamen ezberci bir anlayış üzerine kuruludur. Bu anlamda sanat, müzik ve spor ötelenmekte, öğrencilerin ya da ailelerin/çevrenin meslek için uygun gördüğü akademik alanlar önem kazanmaktadır.

Bir başka engel de kaynak meselesidir. Teknolojik alt yapı, projeler ve araştırmalar hem insan hem ekonomik kaynak gerektirmektedir. Bu anlamda kendine kaynak yaratmakta zorlanan üniversiteler, katma değer oluşturmada engellerle karşılaşmaktadır.

Bir başka engel de tabii ki merkeziyetçi yapıdır. Yükseköğretimin merkeziyetçi bir yapıda olması üniversitelerin hareket alanını birçok yönden kısıtlamakta, yerelleşmede ve kaynaklarını istedikleri gibi kullanmalarında engel teşkil etmektedir.

Türk üniversiteleri toplumsal etki oluşturmak ve katma değer üretimini artırmak anlamında nasıl bir yol izlemeli?

Öncelikle üniversitenin tanımı ve amacı yeniden düzenlenmeli, misyon ve vizyonları bu doğrultuda belirlenmelidir. Bunların da daha sonra akademik topluluğa anlatılması, onların da bunu içselleştirmesi, sonra da dış çevre ile paylaşılması ve onlardan beklenen katkıların ne olduğunun anlatılması gerekmektedir. Bunların gerçekleştirilebilmesi için stratejik plan, beyin fırtınası gibi toplantılar düzenlenmelidir. Üniversite içinden ve dışından beklentilerin neler olduğu ve bunlara ulaşmak için nasıl bir yol haritası izlenmesinin gerektiği kararlarının verilmesi lazımdır. Toplumsal etki oluşturmak ve katma değer üretmek tepeden verilen kararlar olmamalıdır. Buna ihtiyaç olduğuna bütün üniversite topluluğu inanmalı, kişiler bunu destekleyerek bu hedeflere ulaşmayı kültürünün bir parçası haline getirmelidir. Bu ihtiyaçlar alttan tespit edilir ve yol haritası alttan çizilirse, herkesin sahiplenmesi, sahip çıkması ve buna enerjisini harcaması daha mümkün ve imkânlı olacaktır.

Kamu ve özel sektörün de bir paydaş olarak süreç içerisinde nasıl bir strateji izlemesi gerekir?

Bu iki paydaşın da üniversiteler ile işbirliği içinde olması, kendi kaynakları, imkânları ve sınırları içinde mümkün olan desteği vermeleri gerekir. Bu kaynaklar sadece finansal değil, insan gücü ve araç-gereç desteği şeklinde de olmalıdır. Tabii ki işbirliği süreci içerisinde onların da kendi ihtiyaçlarını ve üniversitelerden beklentilerini paylaşmaları çok önemlidir. O yüzden üniversiteler kendi yol haritalarını çizerken paydaş olarak kamu ve özel sektörün de tepeden bakıcı değil tam tersine kararlara katılımcı bir süreç izlemeleri ve sürece eşit şekilde dâhil olmaları son derece önemlidir.

Türkiye’de akademik özgürlükler, ağırlıklı olarak özlük hakları ile ilgili yasal düzenlemeler, YÖK yasası, üniversitelerin bağımsızlığı gibi konular tartışılırken dünyada neler tartışılıyor?

Türkiye’de üniversiteler bağlamında tartışılan akademik özgürlükler, özlük hakları ile ilgili yasal düzenlemeler, YÖK yasası, üniversitelerin bağımsızlığı gibi temel konular geçmişten günümüze çok da fazla yol kat edilemeden, siyasetten çok fazla kopartılamadan ideolojilerin parçası olarak devam etmiştir. Tartışmalar çoğunlukla kısır kalmış, çözümler bulma da sınırlı olunmuş ve dolayısıyla katedilen yol da maalesef beklentileri henüz karşılayacak düzeylere gelememiştir (Gür ve Küçükcan, 2009).

Türkiye henüz bu temel taşlarını oturtma mücadelesi verirken, küresel dünya bilgi toplumuna dönüşmüş, yükseköğretim önem kazanmış ve elit bir kurum olmaktan çıkıp kitlelere hitap etmeye başlamıştır. Bununla birlikte öğrenci sayılarında büyük bir artış olmuş ve üniversitelerin kaynakları yetersiz kalmıştır. Bu noktada dünyada tartışılan konuların en başında artan eğitim maliyetleri ve bunların nasıl karşılanacağı konuları gündeme gelmektedir. İngiltere örneğinde olduğu gibi üniversiteler ücretli hale getirilmeye başlanmış, özel üniversiteler (kastedilen vakıf üniversiteleri değildir) açılmaya başlanmış ve yeni kaynakların nereden bulunabileceği tartışmaları gündemi meşgul etmiş ve etmektedir. Üniversiteler arası rekabet tartışmalarının yanı sıra ülkeler arası rekabetler gündeme gelmiştir. Avrupa kendi içinde bir ortak yükseköğretim alanı kurma tartışmasına girmiş ve kendi içinde dolaşım yaratabileceği bir saha yaratma çalışmasını başlatmıştır. Rekabet ve özelleştirme ile beraber fırsat eşitliği gibi sosyal konular da önem kazanmıştır. Piyasa, iş dünyası üniversite işbirlikleri artmış, bunların sebep ve sonuçları, üniversitelerin şirketleşmesi konuları masaya yatırılmıştır.

Yine küresel dünyanın etkisi ve bilgi toplumunun ihtiyaçları doğrultusunda nitelik, hesapverebilirlik, teknoloji, inovasyon, sosyal medya, iletişim ağları, yaratıcılık ve girişimcilik konuları tartışmaların merkezine çekilmiştir. Nitelikli programlar, nitelikli öğretim üyeleri, eğitim istihdam ilişkileri çok tartışılan konulardır.

Dünyada küreselleşmenin etkileriyle bir yandan uluslararasılaşma ve bu bağlamda kültürel etkiler, çok kültürlülük, çeşitlilik tartışmaları gündeme gelirken, diğer yandan da yerelleşme ve yerele ait sosyal sorunlarda üniversitenin yeri, üniversitelerin toplumsal fayda ve katkısı mevzuları ortaya çıkmaktadır.

Türkiye’nin tartışma odağını nitelik üzerine inşa edememesinin nedeni nedir? Bu nasıl aşılabilir?

Bence bunun üç temel sebebi var:

  1. Yükseköğretim bugüne kadar çoğunlukla siyasetin parçası oldu ve siyasetçiler tarafından tartışıldı. Özellikle son birkaç on yılda başörtüsü yasağı, katsayı uygulamaları gibi yanlış politikalar yükseköğretimi ideolojik çatışma ve tartışmaların ortasına çekti. Yükseköğretim enerjisini buraya yoğunlaştırarak nitelik konusuna yoğunlaşacak gündemi oluşturamadı.
  2. Nicelik öncelikli eğitim politikası olarak gündeme alındı. Artan öğrenci sayısı, zaten o güne kadar yetersiz olan üniversite öğrenci kapasitelerini çaresiz bıraktı, yükseköğretim sistemini bir karar almaya mecbur etti. Ardı ardına, özellikle 2006’dan sonra sayıları hızla artarak, üniversiteler açıldı ve özellikle son on yılda inanılmaz bir niceliksel büyüme yaşandı. Ama tabii burada sorulması gereken en büyük soru bu üniversitelerin eğitim kalitesi ve öğretim üyelerinin niteliği. Bu konular pek de sorgulanmadı. Önemli olan artan öğrenci sayısına cevap verebilmekti. Üniversite sayıları artırıldı, bölümlere, fakültelere, programlara kabul edilen öğrenci sayıları artırıldı, yeni bölümler, programlar açıldı. Öncelik nicelik konusu oldu. Bu konu nitelik konusunun tartışılmasını geri plana itti. Tabii burada nicelik konusunun dünya örneklerine aykırı olarak ülkemizde uzun yıllarca görmezden gelinmiş olması ve artan yükseköğretim talebine cevap verebilmek için planlı bir büyümenin ertelenmiş olmasının da büyük payı var.
  3. Nitelikli eğitim, nitelikli öğretim üyesi yetiştirme, nitelikli öğretim üyesi, nitelikli öğrenci yetiştirme hedeflerinin arkasında aslında nitelikli yönetişim, bilişim ve iletişim gelmektedir. Bunların akademik özgürlük, kurumsal özerklik ve zengin kaynaklardan besleniyor ve güç alıyor olması lazımdır. Maalesef bu bahsedilen konuların hiçbiri eğitim sistemimizde yerine sağlam temellerle oturtulmuş meseleler değildir. Bunlar nitelik ve nitelikle ilintili meseleleri hep geri planda bırakmaktadır.

Nitelik konusuna yoğunlaşabilmek için bence yükseköğretimin bunu mesele haline getirip bu konuya yoğunlaşması gerekmektedir. Eğitim politikacılarının, idarecilerinin ve akademisyenlerinin bu konuya eğilmesi gerekmektedir. Bu konu üzerine tartışmalar, paneller, çalıştaylar düzenlenmeli, halk bilinçlendirilmeli, üniversiteler sıkı bir işbirliği ve dayanışma içinde olmalı, araştırmalar ve projeler yapılıp sonuçlar paylaşılmalıdır. İhtiyaç analizleri yapılmalı, eksikler saptanmalı ve diğer konularda olduğu gibi stratejik bir yol haritası çizilip, nitelik konusuna önem veren bir yükseköğretim kültürü yaratılmalıdır. Bir önceki YÖK başkanı Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya’nın Mayıs 2014 de yayınladığı ‘Büyüme, Kalite, Uluslararasılaşma: Türkiye Yükseköğretimi İçin Bir Yol Haritası’ Raporu başlıklı çalışmasında ele aldığı üç temel konudan birinin nicel büyümeden nitelikli büyümeye geçiş olması bu konudaki umutları artırmaktadır.

TÜBİTAK’ın misyonu ve uygulamaları neler dünyadaki benzer kurumlardan farkı ne?

1963 yılında kurulmuş olan TÜBİTAK yıllar içinde gelişmiş ve büyümüştür. Kendi web sayfasında da belirttiği üzere, bilim ve teknoloji alanlarına katkıda bulunmayı hedeflemiş, ülkemizin bilim ve teknoloji politikalarının belirlenmesinde rol oynayarak bu vesileyle toplumun gelişimine hizmet etmeyi vizyon haline getirmiş bir kurumdur. TÜBİTAK uygulamalarının başlıcası bilime ve endüstriye ait hem araştırma hem geliştirme projelerine destek sağlamaktır. Bunun yanı sıra Ar-Ge enstitülerini işletme görevi vardır, ayrıca bilim ve teknoloji ile ilgili kitaplar ve dergiler yayınlamaktadır. Kurumun bir başka uygulaması da bilim insanlarına yurt içinde ve yurt dışında burs imkânları yaratmak, akademik ve bilimsel faaliyetleri ödüllendirmek ve finansal destek sağlamak, projelere fon yaratmak, ulusal ve uluslararası ortaklı projelere kaynak teşkil etmektir.

Vizyonu ve uygulamaları açısından dünyadaki National Science Foundation (NSF) gibi benzer kurumlar ile yakınlık göstermektedir. En büyük fark bence bütçededir. NSF, örneğin ABD’deki ulusal araştırmaların %20’sine kaynak yaratmakta olup bütçesi 2012 yılında 7.03 milyar dolardır. Buna karşılık TÜBİTAK bütçesi 2013 yılında 1 milyar 745 milyon TL’dir. Bu bütçesel fark tabii ki araştırmaların büyüklüğü, desteğin büyüklüğü, daha fazla kişinin istihdam edilmesi, daha fazla kişiye araştırma olanağı, daha kapsamlı ve uzun süreli araştırma olanağı, daha fazla akademik ve bilimsel faaliyet, daha fazla ödül, kitap, fon demektir. Tam kesin örnekler verememekle birlikte, bir başka farkın yasal süreçlerde olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin AB ülkesi olmaması, ülkeler arası otomatik dolaşım ağının parçası olmaması, vize sorunları ve bunların yarattığı bürokratik engeller ile yasal süreçlerin, TÜBİTAK projelerinde daha fazla sorun yaşanmasına sebebiyet verdiği kanısındayım.

Türkiye’de ve dünyada kimler akademisyen olmayı tercih ediyor? Örneğin Türkiye’de iş bulamadığı için ÖYP’ye başvuranlar, akademik kaygılar taşımadan yüksek lisans, doktora eğitimine devam etme tercihi çok yüksek. Sizce bu bir sorun teşkil ediyor mu? Türkiye’yi bu anlamda nasıl bir süreç bekliyor?

Sandra C. Ceraulo tarafından yapılan ve The Princeton Review’da yayınlanan “Who Wants to be a Ph.D.?” (Kim doktora yapmak ister?) isimli çalışmada doktora çalışmaları yapıp muhtemelen akademisyen veya araştırmacı olmak isteyenlerin profilini tanımlamıştır. Bu tanımlamaya göre; öğrenmeyi öğrenme için yapan, uzun yıllar belki de karşılığını almadan çalışmayı isteyen, sabırlı ve ısrarlı, akademik ortamı seven, entelektüel tartışmalara giren, lisansta çok başarılı olmuş, entelektüel mücadeleleri ve sorgulamalara açık ve uzun yıllar belki de kısıtlı bütçelerle çalışmayı kabul eden biri doktora yapıp akademisyen olma potansiyeline sahiptir.

Ülkemizde ise, her ne kadar bunun üzerine yapılmış bildiğim bir araştırma olmasa da genel duyum ve gözlemlerimden anladığım kadarıyla iş bulamayan öğrenciler öncelikle yüksek lisans ve doktora eğitimlerine yöneliyorlar. Bu üst eğitimler mesleğe akademiye hazırlıktan çok onlara bir tampon görevi görüyor. Bir basamak, iş bulana kadar geçen sürede yapılan bir meşgale, iş dünyasında daha rekabetçi hale gelme amaçlarıyla yüksek lisans ve doktora yapanları duydum, biliyorum. Bunların haricinde akademisyenlik ülkemizde birçok ülkede belki de hiç olmadığı kadar prestijli bir konumda. Öğrenciler bunu ayrıcalıklı elit sınıfa geçme ve sınıf atlama, dikey hareketliliğin bir yolu olarak görüyorlar. Ayrıca dışarıdan bakıldığında derse girmenin dışında ne yapıldığı halk arasında çok da bilinmeyen veya anlaşılmayan akademisyenlik mesleği esnek saatleri, belirsizlikleri ve anlaşılmazlıkları ile herkes tarafından kolayca yapılabilir hale geliyor. “İş bulamıyorsan öğretmen ol”dan sonra “iş bulamıyorsan doktora yapıp akademisyen ol” söylemleri de duyulur hale geldi. Herkesin yapabileceği, kolay ve rahat bir meslek intibası yaratılmak isteniyor. Bu son derece sakıncalı. Bütün bu saydığım nedenlerle akademik kaygılar taşımadan özellikle doktoraya başlamak son derece sağlıksız ve bilinçsiz bir karar. Doktora çalışmaları bir nevi usta çırak ilişkisi çerçevesinde son derece zahmetli ve yorucu bir süreçtir. Saatlerce minicik bir konuyu araştırmak ve yazmak yıpratıcı olabilir. Sonrasında da aynı hayat sizi akademide bekler, hem de daha da fazlalaşarak. Devamlı okumak, günlerce, aylarca belki yıllarca belki de çok dar çerçeveli bir konunun etrafında çalışmak, birçok işi bir anda yapıyor olmak, yazabilmek, ders anlatabilmek, danışmanlık yapabilmek ve bunların hepsinin hakkını tam anlamıyla verebilmek herkesin peşinden koşacağı bir hayal veya ulaşmak isteyeceği bir ideal değildir. Bütün bunları bilmeden, anlamadan ve istemeden, akademisyen olmak için gerekli iç motivasyona sahip olmadan çıkılan ÖYP, yüksek lisans ve doktora maceraları ya yarım kalacak ya da hakkını vermeden bitecektir. Maalesef bu süreç niteliksiz doktora eğitimlerine ve düşük nitelikli öğretim üyesi kadrosunun yetişmesine sebep olacaktır. O yüzden bu konuda öğrencilerin bilinçlendirilmesi ve meslek hakkında bilgilendirilmesi son derece önemlidir. Ayrıca, akademisyenlerin gün geçtikçe kötüleşen özlük hakları biran önce olması gereken konuma çıkarılarak, nitelikli öğrencilerin akademiyi seçmesi teşvik edilmelidir. Yüksek lisans ve doktora programları iş bulamayan kişilerin yöneldiği programlar olmaktan çıkartılmalıdır.

Akademik yükselmede teşvik, yayın sayısı, puan toplama, gibi kriterler eğitimin niteliği önünde nasıl bir engel teşkil ediyor?

Nicel verilerle nitel sonuçlara ulaşmak oldukça zor. Teşvik, yayın sayısı, puan, bunların hepsi sayısal veri. Akademisyenler akademik yükselme için istenilen kriterlere ulaşmak için hep sayısallık üzerinden yola çıkıyorlar. Dolayısıyla yayın yapmaya ve hatta şu kadar sayıda yayın yapmaya yoğunlaşıyorlar. Bunun sonucunda araştırmanın ve yayının niteliği bile sorgulanabilir hale geliyor. Ama daha da önemlisi, akademik yükselmeye motive olmuş bir akademisyen için nitelikli eğitim ve nitelikli öğrenci yetiştirme meseleleri geri planda kalmış oluyor ki bu eğitimin kalitesi önünde büyük bir engel teşkil etmektedir.

Bu durum aynı zamanda nitelikli öğrenci yetiştirmek ile akademisyenin kariyerini ilerletmesi arasında bir ikileme neden oluyor? Dünyada bu nasıl dengeleniyor?

İki açıdan bu konuya yaklaşabiliriz:

Birincisi, nitelikli yüksek lisans ve doktora öğrencisi yetiştirmek ve akademisyenin kariyerini ilerletmesi: Dünyada bunun nasıl dengelendiğini bilmesem de, ABD’de doktora eğitimim sırasında programımdaki hocalarımın bunu nasıl dengelediğini gayet iyi biliyorum. Akademi de kariyerde ilerleme baskın bir şekilde akademik dergilerde yapılan yayınlar, yazılan yazılar üzerindendir. Bunları yazabilecek araştırma ve alan yazın bilgisine sahip olan, saha çalışması ve benzeri çalışmaları yapıp verilerini toplamış akademisyenler yayınları yaparlar. Bunları yaparken uzmanlaştıkları konularda bilgilerini öğrencileri ile derslerde paylaşırlar. Bunun yanı sıra bu öğrencileri çoğunlukla araştırma projelerine katarlar, onlarla projeler üretip, yürütürler, yazılar yazarlar, idari işleri paylaşıp, usta çırak ilişkisine girerler. Bu nitelikli öğrenci veya nitelikli geleceğin öğretim üyesi yetiştirmenin en önemli kuralıdır. İşin mutfağında işi öğrenmeye başlarlar. Bu anlamda her iki taraf da kazanır: Beraber çalışmak, araştırmak, yazmak, üretmek, okumak ve öğrenmek sırasında hem nitelikli öğrenciler yetişir, hem de akademisyenler akademik kariyerini ilerletir.

İkinci açı ise biraz daha farklı: Yine ABD örneğinden yola çıkacağım. Ben orada bulunduğum 2000’li senelerin başlarında, lisans öğrencileri açısından en çok konuşulan 2 konu not enflasyonu ve eğitimin kalitesiydi. Çok yüksek notlar verildiği için öğrencilerin kolaya alıştığı ve hep yüksek not bekledikleri ve bu yüzden not ve not verme politikalarının yeniden gözden geçirilmesi gerektiğinin zarureti konuşuluyordu. Bir başka konuda öğretim üyelerinin araştırma ve yazılarını ön plana çıkarmaları ve ders vermeyi ikinci plana koyma meselesiydi. Bu konular sonrasında ne kararlar alındı ve ne sonuçlara varıldı takip etmedim ama öğretim üyelerinin yükseltme kriterlerine nitelikli öğretme veya nitelikli öğrenci yetiştirme başlığının da eklenmesi o zamanlar konuşuluyordu.

Bir başka konu da üniversitelerin gruplara ayrılarak meseleye denge getirilmesi. Yine ABD’de iki tip üniversite var, araştırma ve öğretim üniversiteleri. Bu iki tip üniversitenin kuruluş amaçları, hedefleri ve stratejileri tamamen farklı. Birinde araştırma daha ön plana çıkarken diğerinde ders verme merkeze alınıyor. Dolayısıyla hangi üniversitede çalıştığın bir nevi senin nitelikli öğrenci yetiştirme ve akademik kariyerde ilerleme dengeni belirlemiş oluyor.

KAYNAKLAR

Bedir, E. (2002). Yirmibirinci Yüzyılda İstihdamın Artan Önemi ve Eğitim-İstihdam İlişkisi. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 4(2), 1-12.

Ceraulo S. C. Who Wants to be a Ph.D.?. The Princeton Review http://economics.gcsu.edu/students/BeAPhD.pdf

Clark, B. (2001). The entrepreneurial university: new foundations for collegiality, autonomy, and achievement. Higher Education Management, 13(2).

Çetinsaya, G. (2014). Büyüme, Kalite, Uluslararasılaşma: Türkiye Yükseköğretimi İçin Bir Yol Haritası. https://yolharitasi.yok.gov.tr

Gür, B. S., & Küçükcan, T. (2009). Türkiye’de yükseköğretim karşılaştırmalı bir analiz. Ankara: SETA Yayınları

QS World University Rankings® 2014/15. http://www.topuniversities.com/university-rankings/world-universityrankings/2014#sorting=rank+region=+country=+faculty=+stars=false+search=

Sabuncuoğlu, İ. Üçüncü nesil üniversite nedir?. http://www.agu.edu.tr/pages.php?pageid=100689

Wissema, J. G. H. (2009). Üçüncü Kuşak Üniversitelere Doğru. İstanbul: Özyeğin Üniversitesi Yayınları, Yaylacılık Matbaa.

Prof. Dr. Mustafa Özcan

Dünya çapında üçüncü nesil üniversitelerin tartışmaya açılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu ihtiyacı gündeme getiren etmenler nelerdir?

Üçüncü nesil üniversite kavramı bir ihtiyaca cevap vermek için ortaya konmuştur. Üniversitelerin yeniden yapılandırılmasına ilişkin diğer önerileri de bu bağlamda ele almak gerekir. Bütün eğitim kurumları gibi üniversite de bir kültürel kurumdur ve toplumun ihtiyaçlarınaa cevap vermek için kurulmuştur. Her kültür kendi eğitim sistemini yaratır. Toplum ve onun hayat programı olan kültür değiştikçe, eğitim kurumları da değişmek ve yeniden yapılanmak zorundadır. Teknolojik, ekonomik ve siyasi gelişmeler, özellikle de bilgi çağı ve küreselleşme hayatın her alanında hızlı bir değişim başlatmıştır. Her şeyin var olabilmek veya daha iyi olabilmek için değiştiği bir dünyada üniversitenin değişmemesi mümkün değildir.

Üniversite değişmek zorundadır çünkü toplumun üniversiteden beklentisi değişmektedir. Geleneksel olarak üniversite bilginin toplandığı, üretildiği ve aktarıldığı bir yerdir. Üniversite bilgiyle yatar bilgiyle kalkar. Akademisyenin en önemli meselesi bilgi üretmek ve öğretmektir. Bilginin bütün zamanlardan daha önemli hale geldiği bilgi çağında, toplumun üniversiteden yeni şeyler istemesinden daha doğal ne olabilir. Mesele, üniversitenin toplumsal ihtiyaçlara cevap vermek için kendini yenileme meselesidir. Kendini yenileyen üniversiteler büyüyecek, diğerleri ise yok olacaktır.

Yeni toplum veya küresel bilgi çağı toplumu üniversiteden ne istiyor buna bakmak gerekir. Burada üzerinde durmamız gereken birkaç husus var. Birincisi; bilginin insanı güçlü kıldığına dair toplumsal farkındalığın artması nedeniyle bilgiye talep artmıştır. Bu durum bilginin üretim üssü olan üniversite üzerinde bilginin üretimi ve dağıtımına ilişkin baskıyı artırmaktadır. Yeni üniversite daha çok bilgi üretmek ve onu topluma daha iyi öğretmek zorundadır. Ancak bu kolay bir iş değildir. Bilginin kitlelere çok kolay ve ucuz şekilde ulaşmasını sağlayan İnternet gibi bilgi toplama ve dağıtım merkezleri ortaya çıkmıştır ve üniversiteye meydan okumaktadır.

İkinci olarak, günümüzün küresel bilgi çağı toplumunun üniversiteden istediği diğer bir hizmet, küresel rekabet alanına yardımdır. Küreselleşme ile her türlü mal ve hizmetin alımı, satımı ve değişimi çok kolaylaşmıştır. Bu da hoşumuza gitmektedir. İhtiyacımız olan mal ve hizmetin en iyisini veya en ucuzunu sadece kendi ülkemizden değil dünyanın her hangi bir yerinden alma imkânımız var. Ayakkabının, telefonun, bilgisayarın ve hemen her şeyin en iyisini kim yapıyorsa, milliyetine bakmaksızın onun malını tercih ediyoruz. Aynı durum eğitim için de geçerlidir. Çocuklarımıza en iyi eğitimi kim verecekse, onu arıyoruz. Eğitim kurumlarımızın Türkiye’nin en iyisi olması artık yeterli değildir. Rekabet küresel çaptadır. Eğitim kurumları hem küresel ölçekte en iyi olmak, hem de ait oldukları toplumu küresel rekabet için hazırlamak zorundadır. “Küresel rekabette ben de varım.” diyen bütün toplumlar gibi Türk milleti de üniversitesinden şunu istiyor: “Çucuklarımızı dünya ile konuşacak, dünya ile çalışacak ve dünya ile yarışacak şekilde yetiştir.” Çağdaş toplumun ihtiyacı budur. Üniversitelerimiz ya bunu başaracaktır ya da yok olacak; onların yerini bu işi başaran yerli veya yabancı üniversiteler alacaktır.

Üçüncü olarak, yeni toplum üniversiteden bilgili, becerili ve erdemli meslek adamları yetiştirmesini istiyor. Geleneksel üniversiteden beklenen alimler ve aydınlar yetiştirmesiydi. Bu halen geçerli ama artık yeterli değil. Bilimsel araştırmaların toplumsal sorunları çözmek için kullanıldığı modern toplumda hayatın bir çok alanı gibi meslek eğitimi de değişti. Eskiden meslek adamları veya kadınları “çırak-kalfa-usta” modeliyle yetişirdi. Yaygın meslek eğitimi modelinde meslek eğitiminin verildiği yer, o mesleğin icra edildiği işyeri idi. Modernleşme ile birlikte meslek eğitiminin mekânı değişti. Meslek eğitimi okula taşındı, örgün eğitim yoluyla sınıfta ve atölyelerde verilmeye başlandı. Bilimsel bilgiyle donatılan sınıftaki öğretmenin, gelenekle donanmış işyerindeki ustadan daha iyi meslek eğitimi vereceği varsayımıyla “örgün meslek eğitimi” modeli oluşturuldu. Ancak deneyimle öğrendik ki bu varsayım yanlıştır. Meslek eğitimi için hem bilimsel bilgiye hem de işyerinde deneyimle kazanılan bilgeliğe ihtiyaç vardır.

Meslek eğitimi bağlamında bir başka gelişme, örgün meslek eğitiminin hemen her sektörde orta öğretim kurumlarında başlaması, zamanla yüksek okullara oradan da üniversite sınıflarına taşınmasıdır. Hatta bazı sektörlerde meslek eğitimi yüksek lisans düzeyinde verilmektedir. Eğer bazı sektörlerde meslek eğitimi hala orta dereceli okullarda veriliyorsa, zamanla onların da yüksekokullara ve üniversite sınıflarına taşınacağını söylemek kehanet olmaz. Hangi düzeyde verilirse verilsin, “sınıf” meslek eğitimi için yapay bir ortamdır. Meslek eğitimi verilen örgün eğitim kurumlarında mezun olanların tam olarak yetişmediğine ilişkin şikayetlerin bir türlü sonu gelmemektedir. Meslek eğitimi mutlaka o mesleğim uygulandığı doğal ortam olan işyerinde verilmelidir. Ancak bunun anlamı meslek eğitimi için tekrar “çırak-kalfa-usta” modeline dönelim demek değildir. Bu tarihi modelin modern toplumda yaşaması mümkün değildir. Bu sorunun çözümü için yaygın ve örgün meslek eğitimi modellerini birleştiren yeni bir modele ihtiyaç vardır. Profesyonel meslek adamı ve kadınlarını yetiştirmesi istenen üniversitenin bu rolü benimsemesi ve bu işlevi hakkıyla yerine getirmesi gerekir.

Üniversitelerin yetersizliği nedeniyle, alternatif olarak üçüncü nesil kavramı ortaya çıktı. Belki bugün III. nesil üniversitelerin ne kadar etkili olacağı üzerinden konuşmak yerine başka bir üniversite modeli önerebilir, yükseköğrenimi daha nitelikli hale getirecek başka bir yapılanmadan bahsedebiliriz.

Bu soruya cevap verirken önce şu üçüncü nesil üniversite konusuna değinmek istiyorum. Yaklaşık son bin yıl içinde kurulan üniversiteleri birinci ve ikinci nesil olarak sınıflandırmak ve sıranın üçüncü nesil üniversitelere geldiğini söylemek bana pek doğru gözükmüyor. Çok genel bir sınıflandırma. Dünyada üniversiteleri verdikleri eğitime ve yaptıkları bilgi üretimine göre sınıflandıran uzmanlaşmış kurumlar var. Onların yaptıkları daha anlamlı gözüküyor, çünkü birinci ve ikinci nesil diye tanımlanan üniversiteleri aynı çağda yanyana görmek mümkün. Ayrıca üniversitelerin sınıflandırılması birkaç türlü yapılabilir ve hepsi de doğru olabilir. Mesela, üniversiteler mali kaynaklarına göre, amacına göre, müfredatına göre, yöntemine göre, mezunlarının bilgi, beceri ve erdemine göre veya topluma sağladığı hizmete göre sınıflandırılabilir. Hiç bir üniversite kendini vareden toplumun dertlerine kayıtsız kalamaz. Üniversiteler fildişi kuleler değildir, olmamalıdır. Toplumla içiçe olmak, toplumun sorunlarına çözüm üretmek, ihtiyaçlarına cevap vermek zorundadır. Teknolojik gelişmeler, küreselleşme ve bilgi çağı olguları nedeniyle toplum hızla değişmektedir. Ancak, üniversiteler toplumdan daha yavaş değiştikleri ve ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara hızla cevap veremedikleri için yetersiz olarak algılanmaktadırlar. Sorunlardan birisi de budur. Kısaca, pragmatik ve küresel bilgi çağı toplumunda ihtiyaçlar da idealler de geleneksel toplumdan farklıdır. Aralarında çok iyileri olmakla birlikte mevcut üniversiteler genel olarak yeni toplumun ihtiyaç ve ideallerine cevap vermekte zorlanmaktadır ve yeniden yapılanmaları için yeni modeller geliştirilmelidir.

Küresel meydan okumanın hemen herşeyi etkilediği bilgi çağı toplumunda nasıl bir üniversiteye ihtiyacımız var? Cevap verilmesi gereken soru budur. Tabii ki herşey bilgi çağı ve küreselleşmeyle sınırlı değil. Demokratik zihniyetle yetişmiş, demokarasinin gerektirdiği bilgi, beceri ve erdemlere sahip, farklılıklara saygı duyan vatandaşlar istiyoruz. Bununla da bitmiyor. Vatandaşlarımızın çevre bilinci olsun, doğayı korusun istiyoruz. Eşitlik istiyoruz, adalet istiyoruz. İnsan öğrendiği kadardır. Eğitim kurumlarının ve özellikle de üniversitenin işi kolay değil, çünkü diğer eğitim kurumlarında görev yapanları da üniversiteler yetiştiriyor.

Bilgi toplumunda üniversite daha çok ve daha güvenilir bilgi üretmelidir. Müfredatını bilimsel bulgular ışığında sık sık yenilemeli, yaparak ve yaşayarak öğretmelidir. Bunlarla birlikte, üniversite toplumun ihtiyaç duyduğu hizmet ve üretimi sağlayan bilgili, becerili ve erdemli meslek insanları yetiştirerek, ulusal ve küresel topluma fayda sağlamalıdır. Üniversiteler bin yıla yaklaşan tarihleri boyunca araştırma ve öğretim alanında ciddi bir deneyim kazanmış bulunmaktadır. Eksikleri vardır ama bu alanlarda kendilerini yenileyebilirler. Ulusal düzeyde en iyi olmanın artık yeterli olmadığı bu yeniçağda asıl zor olan, üniversitenin görevleri arasına görece yeni giren meslek adamı ve kadını yetiştirme işidir. Öyle sıradan meslek adamları veya kadınları değil, dünya ile çalışacak, dünya ile yarışacak, sadece kendi ülkesinde değil başka ülkelerde de iş bulabilecek profesyoneller istiyoruz. Uluslararası standartlarda en iyi doktorlar, en iyi öğretmenler, en iyi müdendisler, en iyi hukukçular, en iyi psikologlar yetiştirelim istiyoruz. Bizim buna ihtiyacımız var ve üniversite bu derdimize derman olmak zorundadır.

Benim önerim “İşyerinde Üniversite Modeli”dir. Eğer meslek eğitiminin üniversite düzeyinde verilmesini, genel kültür ve alan dersleri içermesini ve mesleki beceri ve erdemleri yaparak ve yaşayarak kazandırmasını istiyorsak yapılması gereken budur. Üniversiteler meslek eğitimi için yapay ortamlar olan sınıflardan çıkmalı ve meslek eğitimini o mesleğin yapıldığı gerçek ortamlarda, o iş koluyla işbirliği yaparak vermelidir. Meslek eğitiminde teori ile uygulamaya eşit ağırlık verilmeli ve eş zamanlı olarak öğrenilmesi sağlanmalıdır. Meslek eğitimi üniversitede başlamalı, işyerinde devam etmelidir. Üniversite öğretim üyeleri, öğrencileri, araştırma projeleri, teorileri ve bilgi birikimiyle işyerine entegre olmalı, hem kendi öğrencilerini daha iyi eğitmeli hem de işyerine katkı sağlamalıdır. Önerilen bu model, geleneksel yaygın meslek eğitimiyle, modern örgün meslek eğitimini birleştirmektedir.

Önerilen bu modele en yakın uygulamanın tıp fakültelerinde olduğu söylenebilir. Doktorların iş yeri hastanelerdir ve tıp eğitimi tıp fakültesinde başlayıp hastanede devam etmektedir. Doktor adayları eğitimlerinin yaklaşık ilk yarısını sınıflarda ikinci yarısını da işyeri ortamında almaktadır. Teori ve uygulama eş zamanlı olarak gerçek işyeri ortamında öğrenilmektedir. Modelin adı uygulandığı alana göre değişebilir. Mesela, öğretmenlerin işyeri okullardır. Eğitim fakülteleri öğretim üyeleri, öğrencileri, araştırma projeleri, teorileri ve bilgi birikimiyle işyerine entegre olarak hem kendi öğrencilerini daha iyi eğitebilir hem de okulların başarısına katkı sağlayabilir.

Türkiye özelinde düşünürsek, sizce yeni model üniversiteler tarafından bireysel olarak mı hayata geçmeli yoksa YÖK gibi bir üst yapı ile ülke çapında bir dönüşüm mü gerekiyor?

YÖK modeli sadece bize özgü değil. Diğer ülkelerde de benzer kurumlar vardır. Örneğin Amerika’da her eyalette bir yükseköğrenim kurulu vardır. Bu kurullar planlama ve koordinasyon yapar, bütçeyi onaylar, vs. YÖK ise üniversitede okutulacak derslere kadar çok geniş bir alana müdahale ediyor. Bu uygulama üniversitelerin farklılaşmasını ve gelişimini sınırlayan bir etki yapıyor. Bu nedenle YÖK yeniden yapılandırılmalıdır. Ancak YÖK yeniden yapılandırılsa dahi, bahsettiğimiz gibi bir dönüşümü üniversitelerin bireysel olarak başlatmaları gerekiyor. Bu da kolay değil, çünkü Türkiye’deki mevcut yapıda özellikle devlet üniversiteleri kendilerini yenilenmek gibi bir zorunluluk hissetmiyorlar. Mevcut yapı çok durağan ve bu durağanlıktan kurtulmak için teşvik edici veya zorlayıcı bir faktör yok. Mesela Amerika’da üniversiteler öğretim üyeleriyle bir ya da iki yıllık sözleşme yapar. Bunu takip eden yıllarda da performanslarına bakarak sözleşmelerini yeniler veya fesheder.

Türkiye’deki sistemde yönetici seçimleri de yenileşmeyi teşvik edici değil. Dekan ve rektörlerin seçim süreçlerindeki kriterlerin gözden geçirilmesi gerekiyor. Bir kuruma lider olacak kişinin öncelikle bir vizyonunun olması gerekir. Yani siz eğer bir üniversiteye rektör olacaksanız ya da bir fakülteye dekan olacaksanız, yönetiminizdeki üniversiteyi veya fakülteyi nerden alıp nereye götüreceğinize ilişkin bir vizyonunuz olmalı.

Türkiye’deki sistemde öğretim üyesi seçiminde de sorunlar var. Bir bölümde öğretim üyesine ihtiyaç varsa bu öğretim üyesi ile ilgili görev tanımı yaparsınız, ilan edersiniz. Dünyanın her tarafından başvuru olur, kurumunuz için en iyisi kimse onu seçersiniz. Ama Türkiye’de pratikteki işleyişte tamamen tersi yapılıyor. Önce kişi bulunuyor, sonra ona göre ilan veriliyor ve kişi işe alınıyor. Böyle olunca da en iyi adayı bulmanız ve almanız mümkün olmuyor.

Yani her hâlükârda bir özerkleşmeye gidilmesi gerekli…

Evet, özerkleşme günümüz toplumunun taleplerini karşılamak için artık bir zorunluluk. Bunu kabul etmeliyiz. Bunun yanı sıra üniversitelerin kalitesine geri dönecek olursak, artık üniversiteleri değerlendirirken mezunlarının ne kadar üretken olduğuna bakılıyor. Üniversitelerin niteliğinden bahsederken, eskiden öğretim üyesi sayısı, öğretim üyelerinin yayın sayıları, üniversitenin sınıf ve laboratuvar sayıları vb. kriter olarak alınıyordu. Günümüzde ise mezunların yaptıkları işlerdeki başarıları kriter alınıyor. Örneğin; eğitim fakültesi için, fakülteden mezun olan öğretmenlerin eğitim verdikleri öğrencilerin başarıları, eğitim fakültesinin niteliği değerlendirilirken kullanılıyor. Aynı ölçüm yöntemi diğer fakültelerin mezunları (mühendis, avukat vs.) için de kullanılabilir. Mezunların gerçek hayattaki başarılarının ölçülmesi yönünde bir trend var.

Artık dünyada yalnız olmadığımızı kabul etmeliyiz. Her alanda dünyayla konuşan, dünyayla çalışan ve dünyayla yarışan nesillere ihtiyacımız var. Türkiye kendine özgü bir model mi geliştirmeli yoksa yabancıların geliştirdiği modelleri mi alsın kullansın tartışması da önemli. Bu benim çok hassas olduğum bir konu. Her kültürün kendi ihtiyacına cevap verebilecek eğitsel yapıyı kurgulaması gerekir. Ancak bu diğer ülkelerin neyi nasıl yaptıklarına bakmamak anlamına da gelmemeli. Diğer kültürler sorunları nasıl çözmüşler bunu bilmeliyiz, ama kendi eğitim modelimizi kendimiz yaratmalıyız.

Türkiye’de atamalar, özlük hakları, bu yasal düzenlemeler gibi hep teknik konular tartışılıyor. Dünyada üniversitelere dair tartışılan konular neler?

Dünyada tartışılan konular arasında üniversitelerin kendi kaynaklarını yaratması, iş dünyasıyla işbirliği ve uluslararasılaşma var. Artık eğitim diğer mal ve hizmetler gibi uluslararası piyasada alınıp satıldığından, üniversiteler de bir meydan okumayla karşı karşıya. Eğitimi dünyanın neresindeki, hangi üniversite daha iyi yapıyorsa, öğrenci o üniversiteye gidiyor. Dolayısıyla üniversiteler sadece kendi ülkelerinde değil, diğer ülkelerden de öğrenci alma yarışına girdiler. Eğer iyi eğitim vermiyorlarsa öğrenciyi kaybediyorlar, veriyorlarsa öğrenciyi kazanıyorlar. Şu anda uluslararası öğrenci piyasası oluşmuş durumda ve uluslararası öğrenci rakamları her geçen yıl katlanarak artıyor.

Ekonomiye dönecek olursak; Ar-Ge faaliyetleri ile üniversitelerin, hem bilimsel anlamda hem sosyal anlamda ülkenin dönüşümüne aracılık etmesi yani katma değer üretmesi bekleniyor. Türkiye’deki üniversiteler ise bu ihtiyacı karşılamada yetersiz. Bu ihtiyacın karşılanması için sizce ne yapılmalı?

Üniversitelerden ne beklediğimizi çok net bir şekilde ortaya koymak ve onları da bu beklentiler ışığında değerlendirmek gerekir. Üniversitenin üç temel sorumluluğu olmalıdır: Öğretim, bilgi üretimi ve topluma katkı. Türkiye’de geleneksel olarak ilk ikisine vurgu yapılmakta, üçüncüsü ihmal edilmektedir. Öğretim üyeleri esas olarak yaptıkları yayınlara göre değerlendirilmektedir. Kimse onlara topluma katkı sağlayıp sağlamadığını sormuyor. Böyle bir değerlendirme kriteri yok. Biliyorsunuz ben Amerika’da 20 yıldan fazla öğretim üyesi olarak çalıştım. Orada tüm öğretim üyeleri her yıl yaptığı öğretimi, araştırmayı ve toplum hizmetini raporlaştırmak zorundadır. Terfilere de, bu üç konuda değerlendirme yapılarak karar verilir. Bu üç kriterden toplum hizmeti boyutu yeniden tanımlanarak, topluma katkı veya artı değeri de içermesi sağlanabilir.

Prof. Dr. Ayşegül Artmann

Sizce üçüncü nesil üniversiteler neden bir tartışma konusu olmaya başladı. Yükseköğretim kurumlarında hangi yetersizlikler böyle bir yenilenmeye gitme ihtiyacını doğurdu?

Türkiye’de üniversitelerin değişimine yönelik gereksinim her zaman vardı. Bu, bugünün bir gereksinimi değil. Bence Türkiye’deki değişiklikler hep kısa süreli, çok ani ve çok fazla tartışılmadan yapıldı. Tabii ben konunun uygulayıcı tarafındayım. Almanya’da dekan yardımcılığı, komisyon üyelikleri, değerlendirme kurulu üyeliği yaptım, ama Türkiye’de hiçbir zaman yönetici tarafında olmadım. Dolayısıyla nerelerde sıkıntı duyuldu da hayata geçirilebilecek şeyler geçirilmedi, geçirilemedi, değişime ayak uydurulamadı bunu bilemiyorum.

1966 Ankara doğumluyum; o zamanlar ilkokul beş yıldı, cumartesi günleri de okula gidiyorduk. Süreçler Türkiye’de çok hızlı değişiyor. Avrupa’da da değişti, Bologna sürecini biliyorsunuz… Avrupa da Bachelor ve Master olarak yükseköğrenim adımları 3+2 olarak değiştirildi. Toplam 5 yıl.

Tıp fakültesinde okurken bir sene komite sistemi vardı, bir sene başka bir sistem, bir sene başka ki, biz Türkiye’de Tıp Fakültelerinde, altı sene eğitim görüyoruz. Bir öğrenciyi üniversiteye alıp, her yıl sistemi değiştirtirseniz, bu başlı başına bir problemdir. Ama yaptığınız sistem değişikliğine inanırsanız ve önceden farklı toplumsal kademelerde bu konuyu tartıştırırsanız, tutarlı bir sistem yaratabilirsiniz. Mesela Almanya’da çok önemli değişiklik önerileri, ileriye yönelik stratejik kararların alınması sırasında konular, televizyonlarda ve daha çok halkın katılımıyla tartışılıyor.

Eğer konu eğitimle ilgiliyse profesörlerin, öğrencilerin katılımlarıyla ve de 2-3 kişinin katılımıyla değil, büyük gruplarla tartışılıyor. Bu konuda Spiegel ve Focus gibi dergiler aynı anda yazılar yazıyor. Bu demek oluyor ki; belirli bir kavram ortaya atılıyor, toplumun her tarafında aynı anda tartışılmaya başlanıyor ve bu tartışma sürerken iniş çıkışlar yaşansa da, bu konu hayata geçirilse de geçirilmese de, sonunda o dönemde bu konunun tartışılabildiği, tüm fikirlerin toplanabildiği, ulaşılabilecek maksimum kişi sayısına ulaşılmaya çalışılıyor. Kısaca değişiklikler süresince Türkiye’de tartışma ortamı az. Bence en önemli sebep bu.

Üniversitelerde yapısal değişiklikleri yaparken, kişilerin mutlaka objektif davranmaları gerekiyor. Üniversiteler genellikle yeni fikirlerin oluştuğu ve tartışıldığı yerlerdir ki bu, dünyada böyledir ama üniversitelerde tartışmaya açılan konuların sınırları da çizilmelidir. Bu tartışmaların, topluma zarar verecek hale dönüştürülmemesi gerekir. Gerçekten fayda sağlama, gerçekten kişileri topluma kazandırma ve kişilerin iş bulmalarını kolaylaştırma, inovasyona katkı sağlama, problem çözme, eğitimci ve/veya öğrenci yetiştirme hedefli değişikleri, üniversiteye uygulamak lazım. Bu uygulama sırasında, parayla ya da titrle ilgili olabilir, değişik emelleri olan kişi ve grupların sürece, çok fazla girmemelerini veya girdikleri anda ellerini çekmelerini de, sağlamak gerekiyor.

1984 yılında Ankara kolejinden mezun oldum ve Ankara Üniversitesi Tıp fakültesine başladım. O zamandan beri benim gördüğüm, izlediğim, ne yazık ki Türkiye’deki üniversite sisteminde eğitimin, eğitimi alacak kişinin ihtiyaçlarının, bu eğitimin sonunda toplumun kazanacağı yararın tartışılmamasıdır. Mesleki yeterlilikler çok önemlidir; ama üniversite ve departmanlarında eğitim programının içeriği, mesleki yeterlilikler açısından değerlendirilmez. YÖK’ün kurumsal olarak her şeyi engellediğine inanmıyorum. YÖK’ün bağımsız aktiviteler önünde bir engel olduğunu biliyorum ama her kurumun ilerleme konusuna destek verebileceğine de hala inanıyorum. Fakat eğer “Benim dediğim sadece doğrudur” derseniz ilerleme sağlanmaz, sağlanamaz. YÖK bir koordinasyon kurumu olabilir. Türkiye’deki tüm üniversitelerin ortak hedeflerini belirleyebilir. Bu üniversitelerin birbirlerine destek vermelerini sağlayabilir, yapılacak o kadar çok şey var ki.

Onun için her kesimden fikir alınması ve bunun analizinin doğru yapılması, herkesin mutlu olabileceği bir sürecin başlatılması gerekiyor. “Ben yaptım oldu” derseniz, hata yapılmış olur. O zaman yapılan değişiklik uzun soluklu, kişilerin benimsediği bir süreç haline gelemez ve kısa süre sonra, yine tartışılmaya başlanır.

Türkiye’de neden bu konu gündeme geldi diye sordunuz ama bence bu tartışmalar, en azından ben üniversitede iken vardı. Sadece zaman zaman gündeme getirildi ya da getirilmedi. Bugün neden daha fazla getiriliyor? Çünkü bugün dünyadaki kaynakların nasıl kullanıldığını, daha iyi takip edebiliyoruz, iletişim hızlandı, internet üzerinden bilgiye çok hızlı ve ekonomik ulaşabiliyoruz. Dolayısıyla Avrupa’nın kendi ürünlerini, üniversite ve endüstrisi ile bağlantılı olarak nasıl geliştirdiğini, daha iyi irdeleyebiliyoruz. Avrupa Birliği (AB) her ne kadar Türkiye’yi henüz kabul etmediyse de, Türkiye AB’nin egitim ve araştırma havuzuna para ödediğinden Türkiye Sokrates, Erasmus gibi programlara dâhil olabildi. Dolayısıyla inputlar arttı. Bu geri bildirimler arttıkça sorular, sorular arttıkça tartışma ortamı, geldi. Bence çok olumlu.

İnsanların üniversite sürecini takiben daha etkin, topluma faydalı çalışabilmesi, gelişebilmesi için fırsatları arttırmalıyız. 17-18 yaşındaki genç beyinler ki ben onlarla birlikteyim, her zaman yaratmayı, motive olur iseler, hayal etmeyi seviyorlar. Sadece onlara böyle bir olasılığın olduğunu gösterin. Bizler bu motivasyonla ne yazık ki yetişmedik. Ankara Koleji gibi sizi tek başınıza ve sosyal açıdan yeterli bir şekilde hayata hazırlayan, dil kazandırmaya çalışan ve kesinlikle de hala Türkiye’nin en iyi liselerinden bir tanesinde bile, ben bu sorulara kendimi kapatmıştım. Input azdı, yoktu. Geriye dönüp baktığımda “Kendimi bu sorulara nerede, neden kapattım? Tarih öğrenirken, felsefeyi anlamaya çalışırken, mantık dersini görürken daha fazla soru soramaz mıydım?” diye geriye dönüp, kendimi sorguluyorum. Ne yazık ki zamanımın çoğunun boşa harcandığını hissediyorum. Bunu ben üniversite eğitimim için de söyleyebilirim, tıpta uzmanlık sınavıyla ilgili de örnekleyebilirim. Zaman içinde bizler gelişirken, insanın zamanı ve parayı nereye ve ne kadar efektif olarak kullandığını sorgulamasının zamanı geldi de, çoktan geçiyor. Dünyadaki kaynaklar yavaş yavaş tükeniyor.

Türkler olarak bizler tembel insanlar değiliz. Ben buna inanmıyorum. Arkadaşlarımla beraber gerektiğinde, 24 saat çalıştığımızı biliyorum. Eğer bir hedefimiz varsa biz çalışırız. Önemli olan bu motivasyonu kazanmak, kazandırabilmek. Şimdi tartışma boyutunda olan bu konu, doğru düzgün irdelenirse ülkemizin de, adım adım ileri gideceğine inanıyorum.

Türkiye’de bu ihtiyacın yeni çıkıp çıkmadığı üzerinden gittik ama geleneksel üniversite bilim üretme alanıyken, üçüncü nesil üniversitelerle birlikte meslek ve ürün odaklı bir eğitim söz konusu olduğunu görüyoruz.

Bu doğru fakat insanın merakını ve bilimsel yaklaşımını bir kenara koymamak lazım. Bu olmazsa olmaz, çünkü her inovasyonun bazında temel araştırma vardır. Fakat elinizde çok fazla temel araştırma olup da bunların inovasyona, özellikle Türkiye’nin ekonomisine katkı sağlayabilecek ürünlere dönüştürülmemesi noktasından çıkan bu tartışma ve tartışma platformları konusunda haklısınız.

Bunun bir diğer yüzü de Türkiye’de çok fazla üniversite mezunu öğrenci olması. Fakat sonrasında iş bulamıyorlar, mesleklerini icra edebilecekleri iş görüşmelerine, güven duygusuyla gidemiyorlar, işe girdiklerinde “Acaba ben bu işi başarabilir miyim?” korkusu yaşıyorlar. “Evet, ben çok iyi bir öğrenciydim, ilk %1’e girdim ve ODTÜ makinayı bitirdim ama ben şimdi x endüstri fabrikasında veya firmasında hemen istenileni verebilecek miyim?” gibi korkuları var. Bunlar gerçekten çok önemli, üzerinde düşünülmeye ve hızla değiştirilmeye ihtiyacı olan çıkarımlar.

Ben 2001’den beri Almanya’dayım DAAD tarafından C3 seviyesinde iki yıl olmak üzere, Biyomedikal Mühendislik Bölümünde, Aachen`da profesör olarak kabul edildim, 2003-2004 yılı arasında besak bir profesörün yerine çalıştım “Replacement Professor”. 11 Aralık 2004 tarihinde ise, Almanya’da kadromu aldım.

Türkiye’den giderken “Neden gençler mesleklerini icra edebilecekleri işler bulamıyor? Bizde neden fizik mühendisliği istenmez? Neden kimya mühendisliği istenmez? Neden burada matematik okumaz insanlar?” gibi meseleleri sorguluyordum. Orada en çok aranan meslekler bunlar hâlbuki.

Oraya gittiğimde şunu anladım; onların ilkokul seviyesinden itibaren kullandıkları farklı bir eğitim sistemi var. O sistemde daha çok günlük hayatla ilişkilendirilen problemler, derslerde güncelleniyor. Mesela felsefe tarihiyle ilgileniyorsanız, mutlaka Kafka’yı okutuyorlar. Oradaki eğitim sisteminde ki bu Fransa ve İsviçre için de geçerli, boşluklar kapanmış çünkü mesleki yeterlilik kavramının tartışılması, üniversitede başlamıyor. Mesleki yeterliliği liseden, ortaokuldan başlatmak lazım. Öğrenciler gelecekte seçecekleri branşı yaptıkları stajlarla, pratiklerle, aldıkları notlarla, onlarla yapılan tutor görüşmeleriyle, firma ziyaretleriyle, 10. Sınıf itibariyle seçmiş oluyorlar. Bu kararlar doğrultusunda sosyal bilimlere mi, mühendislik bilimlerine mi, yoksa biyolojik bilimlere mi kayacaklarını biliyorlar. Dolayısıyla şunu da söylemek lazım; üçüncü nesil üniversiteler çok çok mükemmel de olsa, öncesindeki eğitimi iyileştirmeden üçüncü nesil üniversiteler işlevini yerine getiremez. 1 ve 12.sınıf arasındaki süreci köprü halinde irdeleyip, stratejik gelişmeyi kuramazsanız üçüncü nesil üniversite modeliniz, yine başarısız olacaktır. Bu çok önemli bir nokta. İşte, Avrupa bunu başarmış.

Avrupa’nın üniversiteden sonra inovasyona ve ekonomi bazlı ürünlere yönelmesinin sebebi, eğitim ve pratik arasındaki bağlantıyı kurabilmesidir. Amerika’da bu şekilde çalışıyor. SAT sınavlarından bilirsiniz; Amerika’da belli üniversitelere girmek için yapılan bir sınav. 2016 yılı itibariyle SAT sınavında değişikliğe gidiyorlar. Üç-dört matematik konusuyla ilgili temel kavramları, bir probleme koyup, çözüm isteyecekler. Toplumsal ve güncel bir problemi kullanacaklarından eminim. Bu durumda siz, güncel hayattan örneklerle, öğrenciyi eğitime almış oluyorsunuz.

Diyelim ki lise kısmını çok efektif hale getirdik. Öğrencilerin mesleki yeterlilikler açısından öngörülerini artırdık ve üniversiteye girdiler. Üniversitede kariyer günleri var mesela, bu kariyer günlerini ayarlayan kişilerin kimler olduğu da çok önemli. MUST_AA ile bugün tanıştınız. Bu firma, kişilerin “Kariyer Planlamalarına ve Mesleki Yeterliliklerine” katkıda bulunacak. Biz gelişim, kariyer planlama, koçluk formatı altında bir çalışma yapıyoruz. Üzülerek söylüyorum ki, Türkiye’de bu terimleri kullanan ama yaptığı işin ne olduğunu bilmeyen, o kadar çok insan var ki… Tabii işini çok iyi yapanlar da var, onları bunun dışında bırakmak lazım. Etik-ahlaki-dürüst çalışmak başka bir şey. Konumuza dönecek olur isek… Yukarıda bahsetmiş olduğum kavramların ne olduğunu bilen ve bunu başarabilecek kişilerin kariyer planlama servislerinde, üniversitelerde çalışıyor olması lazım. Bir departman kurmak başka bir şey; o hedefleri mesela 1 yıllık, 2yıllık, 5 yıllık hedefleri gerçekleştirecek doğru insanları bulmak, oralarda görevlendirmek, grup çalışmalarını motive etmek, uygulayıcı tarafına geçmek başka bir şey. O departmana alacağınız ekibin, multi-sinerjik olması lazım. Aynı tip kişileri seçmeyeceksiniz, her zaman başka renkleri ve en iyileri bir araya getireceksiniz. Bir aşama öteye gidip üniversiteyi kurduk, kariyer planlama servisini açtık, eğer o servis doğru çalışmazsa, o zaman işiniz yine yarım kalacaktır.

Bundan sonra ne geliyor; toplumsal etkiler. Meslek demek, iş alanının aktif olması demek. Bir kimya mühendisinin Türkiye’de mesleği ile ilgili iş yapamamasının nedeni, kimya mühendisliğinin girdiği kimyasal sanayi dışındaki bölümlerle, Türkiye’nin çok fazla ilgilenmiyor olmasıdır. Kimya soluduğumuz havadan, yiyeceklere, giydiğiniz kıyafetlerden arabanızın koltuğuna kadar, her şeyle ilgili. Ama Türkiye’de kimya mühendisliği mezunları işsiz. Ben bunu anlayamıyorum. Demek ki firmalara da çok iyi bakmak lazım; sadece alıp satıyorlar mı, üretiyorlar mı, üretim yaparken kimlere görev veriyorlar. Bunları anlamak, iyileştirmek lazım. Firmaların hedeflerini, çok iyi değerlendirmek, belirlemek gerekiyor. Ticari firmaların kazandıkları miktarların da yatırıma dönüştürülmesi önemli. Yatırıma dönüştürülmesi için de, ARGE’nin çok iyi çalışıyor olması lazım.

Beni çok etkileyen bir örnek vereyim. Aachen`da, FEV diye bir firma var, aslında ismini olasılıkla duymamışsınızdır. Otomotiv sanayinin mutfağını hazırlayan bir firma. Dünyada, bu konuda çalışan en önemli iki firmadan bir tanesi. FEV’i 1970’lerde RWTH’nın bir profesörü kuruyor. FEV otomotivle ilgileniyor, Çin ve Amerika dâhil, bütün dünyada çalışanları var. Porsche, Volkswagen, BMW, Mercedes gibi firmaların problemleri için çözüm üretiyor. Proje oluşturuyor ve bu projeler dâhilinde, ekonomik araba üretimi, hızlı araba üretimi, çevreye zararsız araba üretimi ve yeni çıkacak modelde nasıl değişiklikler yapacaklarına dair araştırmaları vb. hizmet olarak sunuyor. Su anda, FEV’in kurucusunun oğlu firmanın yöneticisi. Ayni felsefe ile ilerlemeye devam ediyorlar. Beni en çok etkileyense şu oldu; şu andaki cirosu milyar dolar değil belki ama yakın olan bu firmanın kazancının sadece %1 i ailede kullanılıyor. Yani sizin lüksünüz, eviniz, arabanız için kalan %1; %99’u ise tekrardan firma gelişimine, büyümeye harcanıyor. Yurt dışında GmbH’lar var; kurulan şirketler GmbH ya da Limitet oluyor. GmbH olduğunda şirket, kazandığı parayı tekrar şirkette kullanmak zorunda oluyor. Yani yöneticisi kendine ve çalışanına belli bir para veriyor, ama fazlasını alamıyor. Bu tip şirketleri devlet daha çok destekliyor.

O zaman Türkiye’nin üretim modalarıyla da alakalı bir sıkıntısı olduğundan bahsedebiliriz.

Kesinlikle! Üretim modalarıyla ilgili bir sıkıntı ve üretim fazında çalışan insanların da. Teknisyen grubu ekibinin Türkiye’de çok iyi olduğunu düşünüyorum ama üniversite mezunlarının, mesleki yeterlilikleri çok zayıf.

Dün TED Mezunlar Derneği ile bir röportaj yaptık, görsel lüks ile teknolojik lüks arasında fark olduğunu söyledim. Görsel lüks demek, bir pırlantanın yanına ikinci ve üçüncüyü takmaktır. Ama siz çantanızda akıllı telefon taşıyorsanız, bence bu teknolojik lükstür. Şu anda akıllı telefonlar olmadan çalışmak çok zor, çok zaman kaybediyoruz. Dün Ankara’da bir kütüphane gördüm, böyle bir kütüphane görmemiştim ama acaba kaç kişi o kütüphanede çalışıyor, hangi amaçla kullanılıyor, orada bulunan kitapları kim seçiyor, doğru kitaplar mı seçiliyor, bu konularda tartışmalar yapılıyor mu, öğrencilerle bir araya gelip kitap seçimi tartışılıyor mu? Geri bildirimler nasıl değerlendiriliyor, üniversite profesörlerinden geri bildirim alınıyor mu, yayınlar nasıl takip ediliyor? Efektiviteyle ilgili bir sürü detay var.

Türkiye’de akademik özgürlükler, ağırlıklı olarak özlük hakları ile ilgili yasal düzenlemeler, üniversitelerin bağımsızlığı gibi konular tartışılırken dünyada neler tartışılıyor? Biz de konu bir türlü niteliğe gelmiyor. Dünyada tartışılan konular neler?

Özlük hakları deyince, bir örnek vermek istiyorum. Almanya’da tüm eğitim kurumlarında “Personelrat” diye bir kurul vardır. Orada her kesimi, üniversite bünyesinde temsil eden kurullar var. Mesela kişi 20 saat çalışacaksa, 21. saat Onu çalıştıramazsınız. Bunu sizin çalışanınız kabul etse bile, o kurul engeller. Kişiye beş yıl için pozisyon verdiyseniz, 6.yıla uzatmak istemiyorsanız, kişi değil o kurul sizinle muhatap olur. Her şey deneyimlerle değişen, kurallarla bağlantılı. Bunlara “Gesetz” diyorlar ama daha önce söylediğim nedenlerle uzun tartışmalar sonucunda, değişen kurallardır bunlar. Bir konunun virgülü değişecekse bile saatlerce konuşurlar ve her kesimden fikir alırlar.

Çalışanlar açısından özlük hakları çok farklı değerlendiriliyor çünkü bunlar insanların mutluluğunu, enerjisini, efektivitesini etkiliyor ve motivasyonunu artırıyor. “Benim bu hakkım var ve ben bu hakkı burada kullanabiliyorum, sözde kalan bir hak değil.” duygusunu veriyor. İkinci olarak akademisyenlerin seçimine değinmek istiyorum. Ben orada profesörüm, burada doçentlik sınavından geçirmediler. Burada olay önce kişisel duygular, soru kişi ile ilgili değil, secimi yapan kişilerle, kararı veren kişilerle ilgili… Önce dönüp soruyu kendilerine soruyorlar. Ben bu kişiye Doçentlik unvanını verir isem, bana ne olur gibi sorularla Türkiye’yi geriye götürüyorlar. Almanya’da da benzer sorunlar çıkabiliyor; ama bu kadar yoğun değil, çünkü orada bunu yapacak olan insanların önünü kesecek, çok fazla kural, kurum var. O kurallarla onların bu haklarını bir anlamda ellerinden almış oluyorsunuz. Kaldı ki o kurullarda sadece akademisyenlerle değil, birçok kişiyle birlikte görüşme yapıyorsunuz. Mutlaka değişik kademelerden birileri daha oluyor, böylece tanıklar, bu konuda fikri sahibi olacak insanlar, öğrenciler, kütüphaneden olabilir, sekreterlerden olabilir bilimsel çalışma ortamında olan veya olmayan çalışanlardan kişiler de bu kurullara, dâhil ediliyor. Bu aynı zamanda profesör seçiminde de böyle ve öğrenciler mutlaka söz sahibi oluyor. Bu da söylediğiniz sıkıntıları engelliyor. Eğer belirlenen kişi iyiyse sorun yok ama keşke öyle olsa. O zaman kısa yoldan sıkıntısız seçersiniz. Fakat eğer bir kadroya yanlış birini oturtursanız, onu 30 yıl unutun. Bu boşa giden bir pozisyondur, boşa giden 30 yıllık enerji ve paradır. O yüzden doğru seçimler yapmak lazım. Doğru seçimler için de, biraz sabırla deneyimli insanların bu sürece katkı vermesini sağlamak lazım.