Prof. Dr. Michael W. Apple ile Eleştirel Eğitim Üzerine

Prof. Dr. Michael W. Apple ile Eleştirel Eğitim Üzerine

Söyleşiyi gerçekleştiren: Gülbahar Yılmaz
Söyleşi, 6 Temmuz 2021 tarihinde çevrimiçi platform üzerinden gerçekleştirilmiştir.

Bu söyleşimizde Wisconsin-Madison Üniversitesi Eğitim Programları ve Eğitim Politikaları bölümlerinde John Bascom Emeritus Profesörü olarak görev yapan Michael W. Apple’ı ağırlıyoruz. Yaşamını eleştirel eğitim ve demokratik okulların inşasına adamış bir akademisyen olan Michael W. Apple, dünyanın en etkili eğitim kuramcıları arasında gösterilmektedir.

TEDMEM olarak bizler de Michael W. Apple ile gerçekleştirdiğimiz bu söyleşi aracılığıyla COVID-19 salgınının başlangıcından bu yana, ulusal ve uluslararası boyutlarda yaşanan eğitimde fırsat eşitsizliği ve eleştirel eğitimin mevcut durumu gibi önemli meseleleri odağımıza alıyor ve kamusal eğitimi yeni bir mercek üzerinden değerlendiriyoruz. Söyleşi kapsamında Michael W. Apple, salgının öğretmenlik mesleği üzerindeki örtük sonuçlarına da değinerek yeni normal dönemde eğitimle ilgili sorunlarımızı çözmek için neler yapabileceğimize ilişkin önerilerini samimi bir şekilde bizlerle paylaşıyor.

Michael W. Apple kimdir?

Michael W. Apple, mesleki yaşamına Amerika Birleşik Devletleri’nin New Jersey eyaletinde öğretmen olarak başlamış, ardından bir süre öğretmen sendikası başkanlığı görevinde bulunmuştur. Columbia Üniversitesi Teachers College’ta öğretim üyeliği de yapan Apple, 1970’de aynı üniversitede doktora derecesini Eğitim Programları bölümünden almıştır. Mezuniyetinin ardından Wisconsin-Madison Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışmaya başlayan Apple, 1991 yılından bu yana da aynı üniversitede John Bascom Emeritus Profesörü olarak görev yapmaktadır. Ayrıca, Londra Üniversitesi ve Manchester Üniversitesi başta olmak üzere dünyanın farklı yerlerinde lisansüstü düzeyde dersler vermiştir. 20. yüzyılın en etkili 50 eğitim yazarından biri olarak gösterilen Apple, dünyada eleştirel eğitimin öncü isimlerindendir. Apple, ayrıca Amerika Eğitim Araştırmaları Birliği (AERA) tarafından Yaşam Boyu Üstün Başarı Ödülü ve Kaliforniya Üniversitesi tarafından Üstün Başarı Madalyasını almış; Arjantin, Kanada, Çin, İngiltere ve daha pek çok ülkedeki çeşitli üniversiteler tarafından fahri doktora derecesine layık görülmüştür. Eleştirel eğitim, eğitim politikaları, eğitim reformu ve eğitim programları üzerine sayısız akademik çalışması bulunan Apple’ın Demokratik Okullar, İktidar ve Eğitim, Eğitim Toplumu Değiştirebilir Mi? adlı kitapları Türkçeye çevrilmiştir.


Değerli Michael W. Apple, bizlerle eleştirel eğitim meseleleri üzerine konuşmayı kabul ettiğiniz ve vakit ayırdığınız için teşekkürlerimizi sunarak söyleşiye başlamak istiyorum. İlk sorum COVID-19 salgınıyla birlikte artan dijital uçurum kaynaklı fırsat eşitsizlikleriyle ilgili olacak. Öğrencilerin düzenli internet bağlantısına ve ders çalışma ortamına sahip olmaması, özellikle mülteci çocukların eğitime erişememesi gibi pek çok önemli sorun var. Eleştirel bir bakış açısıyla bu durumları analiz ettiğinizde COVID-19 salgınıyla geçen süreçte giderek artan fırsat eşitsizliklerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bildiğiniz gibi bu karmaşık bir mesele. Sizin bahsettiğiniz meseleler ve gerçeklikler dünya çapında yaşanan sorunlar. İnternetin olmaması, ders çalışma ortamının olmaması, evsiz çocuklar, evdeki diğer 5 çocuk arasından sıyrılıp bir saatliğine bilgisayarda ders çalışabilmek için uğraşan çocuklar vs. Ancak benim bunlara eklemek istediğim ve önemli gördüğüm başka şeyler de var. Bunlardan ilki, COVID-19 salgını sürecinde anne-babaların yaşadığı duygusal emek ve kriz durumu, bu çok ciddi bir mesele. Salgın sürecinde yaşanan en büyük sorun, sadece çocukların fiziksel olarak okuldan ayrı kalması değildi; anne-babalar da bu durumdan psikolojik ve ekonomik olarak etkilendi. Anne-babalar, çocuk bakımı sağlayan kurumların kapalı olması ve toplumun birbirinden ayrışmış olması gibi gerçekliklerle baş etmek zorunda kaldı.

Bunun yanı sıra, çalışmak amacıyla okulu terk etme meselesi de oldukça önemli. Bir de çocuk yaşta, erken ve zorla evlilik meselesi var. Biz bu meseleyi ele alırken daha çok toplumsal sınıf çerçevesinde düşünüyoruz. Toplumsal sınıf, bu meseleyi anlamada elbette ki önemli bir gösterge. Ancak bunu sadece sınıfsal anlamda ya da ekonomik anlamda ele almamalıyız. Çocuk yaşta, erken ve zorla evlilik meselesi, yalnızca dezavantajlı gruplara, göçmenlere yani yaşamını kaybetme tehlikesiyle ülkesinden kaçarak sığınmacı olan insanlara atfedilecek bir mesele değil. Burada sormamız gereken asıl soru şu olmalı: “Bu meseleyle ilgili cinsiyete ya da etnik kökene dayalı ne gibi farklılıklar var?”. Çünkü Türkiye’de birbirinden farklı özelliklere sahip büyük bir nüfus var. Bu farklı gruplar içinde de ayrışmalar var ve bu noktada, her şeyden önce cinsiyete özgü, baskın farklılıklar nelerdir sorusu gündeme geliyor. Mesela, erkek çocuklar belki okula gidiyor ya da bilgisayar başında. Kız çocukları ise çocuk bakımı gibi ev içi işlere sevk ediliyor. Kız çocukları pek çok ailede erken yaşta ebeveyn rolüne bürünüyor. Bunların ayrıştırıcı etkileri nelerdir, bunları sorgulamamız lazım.

Kadın emeğinin yeniden inşa edilmesi meselesi zaten gündemde. Bu ülkelerde Batılı düşüncelere ve diğer düşüncelere, Avrupa menşeili düşüncelere karşı çıkılıyor. Katılsak da katılmasak da bu tarz düşünceler pek çok ülkede, Pakistan’da, Bangladeş’te, Hindistan’da ve hatta Amerika Birleşik Devletleri’nde de baskın biçimde yer alıyor. Bu nedenle, bu tür dezavantajlar ile okul terki arasındaki ilişkiyi çok dikkatli bir şekilde ele almamız gerektiğini düşünüyorum. Başka ne tür sosyal hareketler ve sosyal dönüşümler yaşanıyor ve bunlar arasındaki ilişkiler neler, bunları da dikkatlice düşünmemiz gerekiyor. Bu gelişmeler, meseleyi yalnızca eğitim açısından değil; aynı zamanda eğitimin diğer alanlarla ilişkisi bağlamında da ele almamız gerektiği anlamına geliyor.

Bütün bu COVID-19 kaynaklı meselelerin öğretmenler üzerindeki etkisini de sorgulamak zorundayız. Farklı ülkelerdeki ve Türkiye’deki arkadaşlarım ve meslektaşlarımla konuşmalarımdan öğrendiğim kadarıyla bu durum, öğretmenlerin vasıfsızlaşmasıyla (deskilling of teachers) sonuçlanabilir.

Öğretmenlerin vasıfsızlaşması meselesi, öğretmenlerin öğretim programını geliştirmeye ya da yerel düzeydeki ihtiyaçlara göre öğretim programını uyarlamaya yönelik sahip olduğu mevcut becerileri yitirmeleriyle ilgilidir. Tüm eğitim sürecinin internet üzerinden yürütülmesi, öğretmenlerin bilmediği yeni teknolojileri ve becerileri öğrenmeye ve kullanmaya odaklanmaları anlamına geldi. Öte yandan, yerel özellikler, yerel kültür ve yerel dillerle ilgilenme konusunda kendilerini geliştirmeye yönelik, normalde rutin olarak gerçekleştirilen öğretmen pratikleri, şu anda COVID-19 salgını nedeniyle gerçekleştirilemiyor. Diğer bir deyişle öğretmenler bu becerilerini artık kullanamıyorlar. Bu durum, bana bir anımı hatırlatıyor. Eskiden çok sık basketbol oynardım. Kadın ve erkeklerden oluşan karma bir takımımız vardı. Basketbolda becerilerini geliştirmeye çalışan bir takımdık. Bir gün bacağımı incittim. Sonraki 3 ay boyunca basketbol oynayamadım ve daha sonra tekrar bacağımı incittim. Bu süreçte toplam 6 ay boyunca basketbol oynayamadım. İyileştikten sonra sahaya tekrar döndüğümde sanki hayatımda hiç basketbol oynamamış gibi hissettim. Bu örneği, sempatik görünmek için söylemiyorum; bu sadece basketbolla ilgili bir mesele de değil. Kazandığım becerilere artık sahip değildim. Her şeyi yeniden öğrenmek zorunda kaldım. Kadınların sanatsal ürün oluşturma süreçlerinde, örneğin örgü örme pratiğinde de aynısı geçerli. Bu tür şeyler belli açılardan beceri sahibi olmayı gerektiriyor ve eğer pratiğini yapmıyorsanız, aktif olarak o beceriyi pekiştirmiyorsanız, zamanla kayboluyorlar.

Öğretmenlik; duygusal, akademik, entelektüel ve sosyal becerileri içeren bir meslek. Araştırmalar gösteriyor ki sıradan bir okul gününde öğretmenler aşağı yukarı 10,000 karar alıyor. Bu kararlar, şu anda teknolojik ortamlarla sınırlandırılmış durumda ve yüz yüze etkileşimden yoksun kalarak alınıyor. Bu mesele, sadece öğretmenlerin vasıfsızlaşması meselesi de değil. Bu aynı zamanda öğretmen özerkliğinin de yok olması demek. Öğretmenliği zor ve yıpratıcı bir meslek haline getiren bir beceri olan öğretim programını öğrencilerin ilgi ve ihtiyaçlarına göre uyarlama becerisi uzaktan eğitim sürecinde kullanılamıyor. Eleştirel eğitimin eksik kalması da bir başka önemli durum. Bu, aynı zamanda uluslararası bir mesele. Öğrenci ihtiyaçlarına göre, özellikle özel eğitim öğrencilerine göre öğretim programını uyarlamaya, bireyselleştirmeye çabalayan öğretmenler için bu pratikleri yerine getirmek artık daha da güç hale geldi.

Bütün bunlara ek olarak, öğretmen olmak isteyen kişi sayısında da bir azalma gözlemliyoruz.

Pek çok ülkede öğretmen olmak isteyen kişi sayısında keskin bir düşüş yaşanıyor. Bu büyük bir değişim. COVID-19 krizinin başlarında öğretmenler ve özel yaşamları ile ilgili çok fazla tartışma gündeme gelmişti. O zaman eğitim camiasına katılan kişi oranlarında da bir yükselme yaşanmıştı; çünkü COVID-19 salgını ile birlikte öğretmenlik mesleği daha da saygı duyulan, önemi anlaşılan bir meslek haline gelmişti. Ancak sonraki süreçte işler biraz değişti. Benim kendi üniversitem olan Wisconsin-Madison Üniversitesinde öğretmen eğitimi programına girmek, dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi normalde bir hayli zor bir süreçtir. Eskiden 100 kontenjan için 500 başvuru alırdık. Ancak bu yıl, 100 kontenjan için yalnızca 125 başvuru aldık. Bu yıl, belki de tüm kontenjanımızı dolduramayacağız. Bu, yaklaşmakta olan bir kriz ve öğretmene olan saygının yitirilmesi demek. Bu durum, öğretmenlik mesleğinin, ilgisi olanların ve bu mesleği gerçekten yapmak isteyenlerin tercih ettiği bir meslek olmaktan çıktığı ve artık çok daha kolay girilebilen bir meslek haline geldiği anlamına geliyor. Bu da kimin öğretmen olmak istediğine yönelik kaygı verici bir kriz durumuna işaret ediyor ki ben bu meseleyi çok dikkatli bir şekilde ele almamız gerektiğine inanıyorum. Öğretmenliğin sanal ortamlarda yapılan bir meslek haline gelmesi, herkesin öğretmenlik yapabileceği varsayımını da beraberinde getirdi, çünkü öğretmenlik önceden hazırlanmış bir paket programdan oluşuyor. Bu eğilimi özellikle standartların ciddi anlamda düştüğü ve öğretmen olabilmek için öğretmen eğitimi programlarına gerek duyulmadığına yönelik algının yüksek olduğu ülkelerde çok daha fazla gözlemliyoruz. Öğreteceğiniz şeyler, önceden hazırlanmış bir paket program içinde ve sanal ortamda da sunulabiliyor. Bu ciddi bir sorun. Çünkü özel okullar ve kâr amacı güden çevrimiçi akademiler her geçen gün daha da büyüyor.

Herkesin öğretmenlik yapabileceği varsayımı, aynı zamanda ABD’deki Teach for America, İngiltere’deki Teach First ve başka ülkelerdeki Teach Chile, Teach China, Teach Argentina gibi öğretmen istihdamına odaklanan paket programların da artmasına yol açacak. Almanya’da, Yunanistan’da ve tüm dünyada bu artıştan bahsedebiliriz.

Bugün bir diplomaya sahip olan herkes bu ve benzeri programlar aracılığıyla öğretmen olabiliyor; çünkü öğretmenlik önceden hazırlanmış bir paket program. Bu durum belki de öğretmen eğitimi programlarının kapanması, büyük üniversitelerde eğitim araştırmalarının sona erdirilmesi ya da daha az finanse edilmesi gibi sonuçlar doğuracak. Böyle bir eğilimin, yüksek nitelikli öğretmen eğitimi programlarını desteklemede uzun bir geçmişe sahip olan ABD’de şu anda gerçekleştiğini gözlemliyoruz. Benzer şekilde Türkiye’de de üniversitelerin daha az finanse edilmesinden, araştırma yapmak için daha az finansal kaynak ayrılmasından ve öğretmenlerin entelektüel gelişimi açısından hayati önemi olan eğitim tarihi, eğitim felsefesi ve araştırma eğitimi gibi derslerin kaldırılmasından endişeleniyorum. Eğitim süreci tamamen pratik odaklı hale gelecek. Örneğin, uzaktan öğrenme yönteminin nasıl kullanılacağı, bilgisayarların nasıl kurulacağı ve benzeri konular üzerine daha fazla ders olacaktır. Bunlar oldukça önemli. Bu tür uygulamalar, bütçe ve öğretmen istihdamını kısmanın bahanesi olarak harmanlanmış öğrenme (blended learning) etiketi altında gerçekleştirilecek. Bunu alenen söylemekten pek hoşlanmıyorum ve bu duruma karşı savaşmak istiyorum. Ancak bunlar şu an gözlemlediğim durumlar.

Düz anlatım (lecture) yöntemini kullanarak ders işlemenin daha zor olduğu sanat, edebiyat gibi alanlardaki bilgiler ve dersler, ekonomik bir getirisi olmadığı, önceden hazırlanamadığı ve kâr getirisi de olmadığı için önemsiz görülüyor. Bu tam anlamıyla epistemolojik bir savaş.

Bu durum, sanat ve edebiyat gibi alanlara verilen önemde bir düşüş yaşanacağını gösteriyor. Edebiyat, şiir ve sanat tarihi bakımından güçlü bir geçmişe sahip olan Türkiye, bu durumdan elbette derin bir şekilde etkilenecek. Şimdi artık bu tür alanların önemi azalıyor ve neoliberal ajandalar daha da önem kazanıyor. Yani ekonomik ya da dinî olarak değerli olan şeyler, müzik ve sanat gibi alanlardan çok daha önemli hale gelecek. Bir tür trajedi olarak görülebilecek bu durum, toplumların yaşadığı dönüşümlerle birlikte halihazırda önemli oranda değişmiş olan Türk kültüründe de değişimlere yol açacak. Bir de tabii ki Türkiye gibi göçmen nüfusu fazla olan ülkelerde bu durum daha da zor hale gelebilir. Türkiye, göçmenlere sınırlarını açarak çok cömert bir tavır sergiledi ki bu aslında masraflı bir iştir. İdeolojik olarak ve ortak kültür açısından bu süreç masraflı bir süreçtir. Bu durum, benim Türkiye’ye saygı duyma nedenlerimden biri. Türkiye’nin bu mücadelesi, ulusal olduğu kadar uluslararası camiada da açık biçimde fark ediliyor. Ancak bu durum, gittikçe daha da zor hale gelecek gibi görünüyor.

Uzaktan eğitim ve COVID-19 salgını sürecinin henüz örtük halde duran ama oldukça önemli sonuçlarından biri de toplum bilincinin ve demokrasi çağrısında bulunan toplumsal hareketlerin yok olmasıdır.

Pek çok ülkede toplumsal hareketler, insanların hayatında en temel meselelere dayanak oluşturur. Bu en temel meselelerden biri de çocukların geleceğidir. Muhafazakâr veya liberal; seküler veya dindar olsun her anne-baba, tıpkı şimdi COVID-19 salgını nedeniyle olduğu gibi çocuklarının geleceğinin engellenmesi karşısında harekete geçer, bu durumu değiştirmek için küçük ya da büyük girişimlerde bulunur. Okulların kapalı olması, demokratik hareket oluşumunun da daha zor olması anlamına geldi. Okulların açık kalması ve çocukların çeşitlendirilmiş bir öğretim programı almaları konusunu savunmak için anne-babalar ile öğretmenlerin birlikte harekete geçmesi ve anne-babaların bu konuda kendi kendilerine seferber olması da artık daha zor. Bizler biliyoruz ki eğitimi dönüştüren itici güç, her zaman eğitimciler değil; bu tarz toplumsal hareketlerdir. Çoğu ülkede aşağıdan gelen büyük bir baskı vardır. Türkiye’de bunu muhafazakâr hareketler arasında görüyoruz örneğin. Buna karşın, Türkiye’de demokratik eğitim alanında, benim de birkaçına katıldığım, eleştirel eğitim hareketinin de geliştiğini biliyoruz.

Ayrıca sendikaların yalnızca öğretmenlerin hakları, menfaatleri ya da sorunlarına yönelik koruyucu olmak için değil; aynı zamanda öğretmenlerin özerkliği ve itibarı için de harekete geçtiğini biliyoruz. Dolayısıyla, öğretmenler kendi evlerinde izole olarak mesleklerini icra ettiklerinde becerilerinin, sosyal güvencelerinin ve daha fazla fon ve kaynağa erişim için örgütlenme haklarının korunması daha da zor oluyor. Bunun örtük sonuçlarından biri de öğretmen sendikalarının güç kaybetmesi ve öğretmenlerle anne-babalar arasındaki iş birliğinin kaybolmasıdır. COVID-19 salgınıyla birlikte böyle bir hareket alanı kalmadığından artık bu birliği yeniden inşa etmek için daha sıkı çalışmak ve özel olarak zaman ayırmak zorundasınız. Ancak bu, gelecek için de iyi bir sonuç değil. Çünkü öğrencileri harekete geçirecek kaynakları sağlamak ve bugün oluşan kayıplar karşısında harekete geçebilmek için insanların eyleme ihtiyacı vardır. İnsanların bir arada hareket etmeye ve öğretmenlerin seslerini duyurmaya ihtiyacı vardır. Ancak okullar şimdiki gibi kapalı olduğunda ve giderek artan harmanlanmış eğitim anlayışı baskın olarak çevrimiçi eğitim olarak anlaşıldığında öğretmenler de kendi evlerine izole edilmiş oluyorlar. İşte tüm bunlar, üzerinde daha fazla durmamız gerektiğini düşündüğüm, salgının örtük sonuçlarıdır. Daha önce de belirttiğim gibi salgının öğrenciler üzerindeki etkisini konuşmak elbette ki çok önemli; ancak anne-babaların ve öğretmenlerin yaşamlarında salgınla birlikte neler olup bittiği hakkında da konuşmamız gerekiyor.

Salgının örtük etkilerine ya da örtük sonuçlarına değinmişken bu sonuçları önlemek için neler yapabileceğimiz konusuna geçebiliriz. Çünkü bildiğiniz gibi şu an, eğitim sistemlerindeki kemikleşmiş sorunların çözümü için bu salgının bir başlangıç noktası olabileceği konusunda bir fikir birliği var. Peki bu küresel salgının köklü değişimler için iyi bir fırsat olarak görülebilmesi sizce mümkün mü?

Bu soruya yanıtım hem evet hem de hayır. Bununla ilgili bazı örneklerim olacak. Salgının doğurabileceği olası tehlikeler üzerine zaten konuştuk, bunlar birçok yönden kulağa o kadar da gerçekçi gelmiyor olabilir. Ancak daha gerçekçi gelebilecek olasılıklar da mevcut. Buna bir örnek vereyim. Bugün daha fazla öğretmen yeni teknolojilerle iç içe. Bu teknolojileri daha yakından kullanıyor ve biliyor. Salgın sürecinde öğretmenler, daha fazla beceri sahibi olmak durumunda kaldı ve daha iyi olasılıklara yönelik arzularını da kaybetmedi. Salgın sürecinde öğretmenlerin birbirleriyle etkileşimde bulunmaları için her türlü teknik kullanımda artış yaşandığını görüyoruz. Ulusal ve uluslararası alanda çalışan; göçmenlerle, yoksul öğrencilerle ve kırsal kesimdeki öğrencilerle çalışan öğretmenler için oluşturulan internet siteleri görüyoruz. Bunları yalnızca kentlerde yaşanan sorunlar olarak görmeye meylediyoruz; ama aslında değiller. Birçok ülkede kırsaldaki öğrencilerin yaşamı çok zor. Evsiz insanlarla bazı paylaşımlar yapıldığını, onlara yardım edildiğini görüyoruz. Öğretmenlerin Türkçe konuşmayan ve sınır ötesinden gelmiş öğrencilerle ne yapacağı, onlarla nasıl dayanışma içinde yaşayacağı konuları ile ilgili birbirinden öğrendiklerini ve göçmen gruplar için çalışan ve onları destekleyen STK’larla çalıştıklarını görüyoruz. Tüm bunlar için gereken alan artık mevcut.

Okullar; ABD, Brezilya, Şili, Arjantin ve Güney Afrika’daki birçok yoksul kesimde, genellikle çok yoksul öğrencilerin yemek yiyebildiği ve gün içinde beslenebildiği tek mekânlardır. Bu nedenle, okulların kapanması buralardaki çocuklar için kelimenin tam anlamıyla “aç kalma” olasılığının gündeme geliyor olması demektir.

Artık teknolojinin ve internetin erişilebilir ve çevrimiçi platformların daha ulaşılabilir olması, yalnızca o alanların kullanılabileceği anlamına gelmiyor. Aslına bakılırsa öğretmenler topluluklarla iş birliği içinde çalışır. Bununla ilgili bazı somut örnekler vereyim. Örneğin; ABD, Brezilya, Şili, Arjantin ve Güney Afrika’daki birçok yoksul kesimde okullar, genellikle çok yoksul öğrencilerin yemek yiyebildiği ve gün içinde beslenebildiği tek mekânlardır. Bu nedenle, okulların kapanması buralardaki çocuklar için kelimenin tam anlamıyla “aç kalma” olasılığının gündeme geliyor olması demektir. Öğretmenler yalnızca derslere değil; öğrencilerine de önem verir. Dolayısıyla bir öğretmenin konuşmasını dinlerseniz, bu genellikle öğrenciler ve öğrencilerle çalışmanın güçlükleriyle ilgilidir. Birçok ülkede öğretmenler, salgın sürecinde ebeveyn gruplarıyla birlik oldu ve okullar kapalı olduğunda okula getirilecek veya okulda pişirilecek olan yiyeceklerin toplum merkezlerine getirilmesini sağladı. Benzer şekilde, öğretmenler ile anne-babaların kurduğu ittifak sayesinde okulun bazı bölümleri açık tutuldu ve orada, artık okula gelemeyen veya çalışmak zorunda olduğu için okulu bırakan öğrenciler de dâhil olmak üzere tüm öğrencilerin yemek yiyebilmesi sağlandı. Öğretmenler, ebeveynler işe gittiğinde çocukların beslenmesi için temel teşkil eden sosyal hizmetlerin güvence altına alınmasına çok yardımcı oldu ve sorunların çözülebilmesi için yaratıcı öneriler geliştirdiler. Ebeveynlerin çalışacak bir işi olmadığında bile öğrenciler temel gıdalara bu yollarla ulaşabildi. Öğrencilerin yemek yemesini sağlamak yalnızca fiiliyatta önemi olan bir mesele değil; bu aynı zamanda benim reformcu olmayan reform (non-reformist reform) olarak adlandırdığım sürecin de ilk adımı. Yani, bu uygulama, yalnızca öğrencilerin fiziksel olarak beslenmesini sağlamıyor; aynı zamanda COVID-19 salgını tarafından yerle bir edilen toplum ve birlik olma algısının yeniden inşası için gerekli alanı da sağlıyor. Çünkü bugün, öğretmenler ile anne-babaların her zamanki gibi bir araya gelmesi ve toplum bilincinin oluşması daha da zor. Bu gruplar, ancak ortak bir amaç etrafında toplanarak etkileşime girebiliyor.

Bu süreçte oldukça önemli olduğunu düşündüğüm başka bir şey daha var. Anne-babalar, tüm gün çocuklarla birlikte olma durumuyla karşı karşıya kaldı. Ben, yıllar önce eşim doktora eğitimini alırken izne ayrılmıştım ve bu izni sadece kitap yazmak için kullanmadım; bu süre zarfında aynı zamanda iki çocuğumuzla da ilgilendim. Ben zaten bu şekilde yetiştirildim; ırkçılık karşıtı ve feminist bir annenin olduğu, politik anlamda ilerici bir aile ortamında büyüdüm. Dolayısıyla izin alıp çocuklarla ilgilenmek benim için yeni bir şey değildi. Eşim Rima tam zamanlı bir öğrenci olduğu için ben, aralarında 18 ay olan iki çocuğumla, bazen hasta, bazen ağlayan, mutlu, üzgün vb. tüm hallerinde onlarla ilgileniyordum. Ancak bu süreçte benim açımdan yeni olan bir şey vardı. O zaman fark ettim ki bu işlerin altından kalkıp aynı zamanda uyumaya fırsat bulmak benim kaldırabileceğimden çok daha fazla çaba gerektiriyor, bu hiç de kolay bir iş değil.

COVID-19 salgınının vesile olduğu şeylerden biri öğretmenlik mesleğinin duygusal, zihinsel ve fiziksel emeğine yeniden saygı duyulmasını sağlamak oldu.

Bu durum aynı zamanda, bazı insanların artık öğretmen olmak istemeyişinin altında yatan nedenlerden biri. Çünkü insanlar, artık öğretmenliğin düşünüldüğü kadar kolay bir meslek olmadığının farkına varmış durumdalar. ABD’de öğretmenlerin haftalık çalışma süreleri ortalama 58–60 saat arasında değişir ve bu sadece okuldaki mesai saatleriyle sınırlı değildir. Aynı zamanda planlama, ebeveynlerle birlikte çalışma, alışveriş için dışarı çıkıp okulun artık karşılamadığı eğitim materyallerini temin etme gibi durumlar için öğretmenler fazladan zaman ve para harcıyorlar. Dünyada pek çok ülkede bu durumla karşılaşıyoruz; çünkü COVID-19 salgını diğer alanlarda olduğu gibi eğitim sektöründe de bir ekonomik kriz yarattı.

COVID-19 salgın sürecinin beklenmeyen ve ilginç bulduğum etkilerinden biri de az önce de belirttiğim gibi öğretmenlerin emeğine duyulan saygının artması oldu. Bu etki, her bir öğrencinin ve çocuğun önemli olduğu duygusunu da geri kazanmanın bir yolu oldu aslında. Bu bağlamda, öğrenciler arasındaki farklılıkların ve öğrenme kayıplarının azaltılması için yapılması gereken şey; öğretmenlere daha fazla saygı duyulması, öğretmen özerkliğinin sağlanması ve onlara daha fazla kaynak sunulmasıdır. Salgının, öğretmenlerin saygınlıklarını geri kazanmalarını sağlayacak bir alan oluşturduğu konusundaki örneğimi tekrar dile getirmek istiyorum.

Eğitim olmadığında ekonomi durur. Eğitim olmadığında ebeveynler büyük bir kriz durumuyla karşı karşıya kalır.

Birçok insan şimdi şu soruyu soruyor: Peki bu süreçte ciddi bir dönüşüm, değişim oldu mu? Bu önemli bir soru. Çünkü Türkiye’de, Amerika Birleşik Devletleri’nde ve tüm dünyada okullar, neoliberalizmin uzantısı olan yapılardır. Bu anlayışa göre okullar önemlidir; çünkü okullar iş ve kâr elde etmek için yararlı olan bilgiyi ve gerekli işgücünü yaratır. Ancak şu anda anlıyoruz ki eğitim, bunun çok daha ötesinde bir şey. Okullar, eğitimi daha önemli ve daha demokratik hale getirme mücadelesinde ortak bir alan ve ortak bir zemin oluşturmaya da yarıyor. Aslında, salgınla birlikte köklü bir dönüşüm olabildi mi diye sorduğumuzda, evet gerçekten de toplumun geneli için eğitimin ne kadar önemli olduğunu görebilmek açısından bu süreç oldukça değerliydi.

Bu köklü dönüşüm çerçevesinde, farklı ideolojilerce yürütülen eğitim tartışmalarının düzlemi kâr elde etme odağından “eğitimin önemli olduğu” düşünce odağına kaymak zorunda kaldı. Bu durum, uluslararası politikaya rehberlik eden ekonomik determinizme meydan okumak için de bir alan oluşturuyor. Bu değişim, örneğin Dünya Bankasını da kendi politikalarını değiştirmeye zorluyor ki kısmen bunu gerçekleştirdiler. İnsanlar artık okulun taşıdığı yaşamsal önemi anlamaya başladı. Yani bunlar, hatırlamamızı ve üzerinde düşünmemizi istediğim, salgınla oluşan örtük mesajlar aslında.

Salgınla birlikte eğitime 7 gün 24 saat boyunca erişim hakkı doğdu. Şimdi bu konu odağında uzaktan eğitim sistemine yönelik düşüncelerinizi almak istiyorum. Bence buradaki en kritik soru, çocuklarımızı nasıl eğittiğimiz. Bugün eğitim süreçlerini hala Taylorizm odağında ilerletiyoruz, yani günümüzde eğitim, ezberlememiz ve hatırlamamız gereken bilgi parçaları olarak karşımıza çıkıyor. Peki, çevrimiçi eğitim imkânlarını siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Uzaktan eğitim yoluyla herkese 7 gün 24 saat eğitime erişim fırsatı vermekle demokratik okullar kurabiliyor muyuz yoksa demokrasinin gerçek anlamını hala görmezden mi geliyoruz?

Genellikle demokrasinin ne anlama geldiğiyle ilgili bir kafa karışıklığı yaşıyoruz. Önce bunu açıklığa kavuşturalım. Felsefede demokrasinin iki temel tanımı vardır, bunlar güçlü demokrasiye (thick democracy) karşılık zayıf demokrasi (thin democracy) tanımlarıdır. Bu ideolojik mücadele, bu ayrım uzaktan eğitimle birlikte iyice görünür hale geldi. Şimdi, demokrasiyi tüketim pratikleri açısından düşünürsek yani bireysel seçim yapma hakkı gibi düşünürsek o zaman uzaktan eğitimin çok demokratik olduğunu söyleyebiliriz. Herkes dilediğini seçip ona göre kullanabilir. Öte yandan, demokrasiyi tamamen katılımcı, kolektif bir süreç olarak düşünürsek, bilgiyi de kolektif bilinçle üretilen, onaylanan ve değer verilen bir sosyal ürün olarak düşünürsek, o zaman neoliberal vizyona karşı hareket etmiş oluyoruz. Neoliberalizm, sahiplenici bireycilik (possessive individualism) denen kavrama, yani bireysel tüketime dayanır. Yani, eğer Michael çevrimiçi sınıfı ile ilgili bir tercih yapabiliyorsa ve bunu saat 19.00 yerine gece 02.00’de yapabiliyorsa bu demokratiktir düşüncesi, bazı durumlar için doğru olabilir. Bireysel seçimlerin önemli olduğu fikrini göz ardı etmek istemiyorum. Ancak bireysel seçimlerle birlikte belli kimlikler, eğilimler ve değerler de gelir. Yani bu anlamdaki demokrasi, “Ben istediğimi istediğim şekilde aldığım sürece bir sorun yok, sosyal adalet kendi başının çaresine bakar” anlayışındadır. Diğer bir deyişle, bireysel tercihler sonucu her şey bir ürüne dönüşür. Bu süreç, bizim metalaştırma (commodification) dediğimiz bir süreçtir. Bu, şimdi karşımıza epistemolojik bir savaş (epistemological war) olarak çıkıyor. Daha önce de bahsettiğim gibi, belirli alanlarda daha kolay metalaştırılabilen ve satılabilen konular, en iyi pratikler olarak değerlendiriliyor.

Belli bir bilgi ve beceriyi kazandırmanın ötesinde eğitimin, öğretim anlamında değil ‘eğitim’ anlamında sahip olduğu değerlerinden birisi de katılımcı olması, diyaloğa dayalı olması ve bireylerde vatandaş olma anlayışını geliştirmesidir.

Bilmek ne demektir ve bilen kimdir? Ben mesela bankacı eğitim sistemine şüpheyle yaklaşırım. Sabah saatin ikisinde WhatsApp’a girip de mesaj göndermem. Bu tür bir hareket, benim uykumu böler. Hatta bazen sabahın ikisinde yazı yazıyorum ve birisi tarafından rahatsız edilmek de istemem. Ama tekrar belirtmem gerekirse eleştirel eğitim vizyonu, katılımcıdır ve kolektif olmalıdır. Eleştirel eğitim, kimin bilgisinin değerli ve meşru olduğu ve bilginin hangi süreçlerden geçerek seçildiği sorularını tetiklemelidir. Eğer bilgi demokratik yollarla üretilmediyse ya da belirlenmediyse bu sadece bir öncü bilgi veya gücü elinde bulunduran belirli bir grup tarafından kullanılan bir bilgi olarak kalacaktır.

Bir seçeneğin olması ve bunu nasıl elde edeceğin meselesi, aslında durumun demokratik olduğu anlamına gelmiyor. Demokratik olmak bu şekilde anlaşıldığında, özerk yönetim ve iş birliği gerektiren güçlü demokrasi koşullarını yok ediyor. Artık yeni teknolojik formların daha demokratik koşulları mümkün kılabileceğine hiç şüphe yok. Burada merak konusu olan aslında bu yeni teknolojik formların nasıl kullanıldığı. Bu durumu bir örnekle açıklayayım. Meksika’da kültürel birikimlerini çocuklarına kazandırmaya çabalayan yerli bir grupla bir süre çalıştım. Bunu yapmak için Meksika’da fiziksel olarak bulunmam ve onlarla çalışmamı sürdürmem şu anda mümkün değil. Bu süreçte mesela, Facebook ve Zoom gibi uygulamalar, onlarla sürekli iletişim halinde kalabilmemi sağladı. Dünyanın her yerinde, uzaktaki farklı gruplarla sürekli etkileşim halindeyim. Türkiye’de demokratik okullar kurmaya çalışan ve benim de bazı çalışmalarımdan faydalanan gruplarla etkileşim halindeyim. Onlar, bana burada işlemeyen ama Türkiye’de işleyen ya da burada işe yarayıp Türkiye’de güçlü devlet modeli altında asla işlemeyeceğini düşündükleri durumlarla ilgili bilgi veren, bunları bana öğreten insanlar. Bu yeni teknolojilerin faydasız olduğunu düşünmüyorum. Burada soracağımız soru, bu teknolojilerin ne amaçla kullanıldığıdır. Kullanımları konusunda beni çok endişelendiren belirli eğilimlere birkaç örnek vereyim. Daha önce de belirttiğim gibi öğretmenler üzerinde vasıfsızlaşma gibi bir etkisi oldu. Bunun üniversitelerde, devlet okullarında ve özel okullarda eğitim personeli istihdamı açısından bir düşüş eğilimi oluşturacağını, büyük bir iş kaybına yol açacağını düşünüyorum. Benim de profesör olarak görev yaptığım dünyanın en iyi üniversitelerinden biri olan İngiltere’deki Manchester Üniversitesi, daha dün bir duyuru yayımladı. Yönetimin söylediği şu: “Düz anlatım (lecture) yöntemiyle işlenen derslerin tamamı çevrimiçi olarak gerçekleştirilecek. Seminer niteliğinde olan veya etkileşim gerektiren dersler yüz yüze olacak. Bunlar dışındaki dersler çevrimiçi ortamda yapılacak.” Öğrenciler yönetimi grev yapmakla tehdit etti ve okul ücretlerinin iadesini talep ettiler.

Şimdi bu şu anlama geliyor aslında; diğer üniversiteler de Manchester’ın derslerini satın alıp almama konusunda bir karar verecekler. Yale ve MIT’de bu zaten oldu. ODTÜ’de ve Ankara Üniversitesinde de bu durumun yaşanacağını tahmin ediyorum. Yani, sizler çalışmalarınızı yapacaksınız, düz anlatım yoluyla işlenecek dersleri hazırlayacaksınız ve sonra Türkiye’de veya Yunanistan’da ve diğer ülkelerde yetersiz finanse edilen daha küçük üniversiteler, bu içerikleri satın alacak ve çevrimiçi ortamlarda kullanacak. Böylece aslında proleterleşmiş emeğe sahip olacaksınız, belki de profesörler yerine doktora mezunları bu dersleri yapacak. Ya da doktora derecesi olan ve akademik olarak pozisyon veya iş bulamayan kişiler, ODTÜ, Ankara ve Manchester Üniversitesince hazırlanan çevrimiçi dersleri izledikten sonra çok daha az para karşılığında öğretim asistanı göreviyle tartışma gruplarını yönetecekler. Bu yöntemle ders işleme uygulaması hâlihazırda Amerika Birleşik Devletleri’nde başladı. Aslında bu ters bir etkiye de yol açacaktır. Hiç şüphe yok ki bu durum, daha fazla bilgiyi daha erişilebilir hale getirecek. Ancak aynı zamanda akademinin büyük bir kısmı için bu durum bir ekonomik kriz de yaratacak. Benim sorduğunuz soruya yanıtım hem “evet” hem “hayır”. Ancak asıl tehlike, eleştirel ve demokratik okulların ne olduğuna yönelik kolektif bilinci kaybetmemizdir. Daha şimdiden, önemli görülen ve finanse edilen bilginin teknik olarak yapılabilen, sınanabilen bilgiler olduğunu görüyoruz. Foucault’ya göre devletin işleyiş biçimi, işinizi görünür ve emeğinizi kontrol edilebilir kılmaktan geçer. Yani Taylor, post modern teoriyle birleşiyor demek bu. Özellikle bugününü ve geleceğini belirsiz bulan uluslar için bu birleşimi çok çok endişe verici buluyorum.

Şimdi eleştirel sorularla ilgili düşüncelerinize geçmek istiyorum. Hepimizin çok iyi bildiği, sizin derslerinizde ve konuşmalarınızda her zaman bahsettiğiniz bazı eleştirel sorular var. Bunlardan bazılarını saymak istiyorum: “Bilmeye değer olan şeyler nelerdir? Hangi bilginin bilmeye değer olduğuna kim karar verir? Hangi bilgi en değerli bilgidir? Gücü elinde bulunduran gruplar neyin bilmeye değer olduğuna karar verdiğinde dışarıda tuttukları, eksik bıraktıkları bilgiler neler olur?”. Aslında benim merak ettiğim şey, eleştirel eğitimin bu tür temel sorularının ya da bu sorulara verilen yanıtların COVID-19 salgınıyla gelen yeni normal süreçte değiştiğini/değişeceğini düşünüp düşünmediğiniz. Ayrıca yeni normal sürecin yeni eleştirel soruları olacağını da düşünüyor musunuz? Bu konuya ilişkin bakış açınızı merak ediyorum.

İki sorunuzun yanıtına da “evet” demek istiyorum. Demek istediğim, bazı eleştirel sorular değişmeyecek. Yeni sorular olacak ve bunların bir kısmını zaten şu ana kadar tartışmış olduk. Peki, yeni araçlar ve yeni olanaklar var mı, varsa bu olanaklar neler olabilir? Bunu bir örnekle açıklamak istiyorum. Benim çalıştığım üniversite olan Wisconsin-Madison Üniversitesinde şu anda Oyunlar ve Oyun Teorisi (Games and Game Theory) üzerine yeni bir bölüm var. Çünkü birçok çocuk artık kitap okumuyor; oyun oynamayı tercih ediyor. Şimdi bu çocukların kitap okumamasına yorumumuz “Eyvah, koca bir nesli kaybediyoruz!” olabilir ya da “Bu öğrenciler artık yeni bir okuryazarlık biçimine sahip.” de diyebiliriz. Dolayısıyla, yeni oluşan bir eleştirel soru, mesela yeni okuryazarlık biçimlerinin neler olduğu, bu biçimlerin kâr amacı gütmeden hangi yollarla daha da ileriye götürülebileceği olabilir. Bu mesela bana ilginç gelen bir soru. Başka bir örnek daha vereyim. Daha önce de konuştuğumuz gibi artık sanat ve edebiyat biçimlerine kaynak ayrılmıyor. Kaynak aktarılan çalışmalar ise STEM ile ilgili projeler; yani Fen Bilimleri, Teknoloji, Mühendislik ve Matematik birleşimi işler. Wisconsin’da birçok yerde bu artık STEAM formuna dönüşmüş durumda; yani Fen Bilimleri, Teknoloji, Mühendislik, Sanat ve Matematik. Yani bu yeni eğilim, sanatı da içeriyor. Peki bunun epistemolojik gerekçeleri nelerdir? Bu soru hem eski hem de yeni bir soru.

Özetlemek gerekirse, eski eleştirel eğitim sorularının varlığını sürdüreceğini düşünüyorum, çünkü gerçek maddi gücü olan gerçek kurumlara ve gerçek güç ilişkilerine sahibiz. Nesil kaybettiğimiz tek alanın eğitim olmadığını biliyoruz. Şu anda birçok ülkede, yüzde olarak en çok yer kaplayan on ücretli işe, yani en popüler on işe baktığımızda, sadece iki tanesi lise diploması gerektiriyor. Bunlar çoğunlukla düşük ücretli, sendikasız bir şekilde çalışmayı içeren ve uluslararası arenada yer alan hizmet işleridir. Bu noktada, bu soruları sadece eğitim için sormamalıyız. Ekonomi ve siyaset hakkında da tamamen aynı sorgulamayı yapmak zorundayız. Bu da Türkiye veya Amerika Birleşik Devletleri gibi kimliklerin ne anlama geldiğinin sürekli olarak dönüştüğü yerlerde meşru bilginin ne olduğu sorusuyla karşı karşıya kaldığımız anlamına geliyor. İşçi sınıfı uluslararasıdır. Ekonomiler uluslararasıdır.

Bazen yapabileceğiniz tek şey, gerçekleri dile getirmektir. Yeni teknolojinin yararlı olduğu yer de tam burasıdır.

Çin’de demokratik gruplar ile ilgili gerçekleri anlatmak için teknolojiyi kullanmışlığım var. Bunu yapmak şimdi tehlikeli bir davranış olurdu. Eşim ve ben Çin’de bir üniversitede profesörüz, orada da dersler veriyoruz. Bizim sınıflarımızda biri profesöre, diğeri öğrencilere odaklanan iki kamera var. Dolayısıyla teknoloji, Taylorist bir biçimde kullanılıyor. Bu konuda tüm içtenliğimle dürüst davranıyorum. Bu tür durumlar, yalnızca dil aracılığıyla kendimizi ve düşüncelerimizi ifade ederek başa çıktığımız bir şey değil. Biz tam desteğimizi gösteriyoruz, sorularımızı soruyoruz. Soru sormak ya da bu kritik sorulara yanıt vermek, hatta şimdi Amerika Birleşik Devletleri de dahil olmak üzere giderek artan bir şekilde pek çok ülkede sizi görünür kılabilir, ön plana çıkarabilir. Bunların yanı sıra, üniversitelerde bu tür meseleleri okuyan, bunlar üzerinde çalışan öğrencileri de desteklemek zorundayız. Örneğin, bu soruları sordukları ve yanıtlamaya çalıştıkları için Türk Eğitim Derneğine ve onun araştırma ekibine desteğimizi göstermeliyiz. Çünkü bu eleştirel sorular giderek daha da geçerli hale geliyor ve bunlar, gerçekten dürüstçe sorulmuş doğru sorular. Ben sadece ne yapılacağını söyleme gibi bir role bürünmek istemiyorum. Çünkü ben şu anda sizin ülkenizde değilim; ama pek çok ülkede soru sorma konusunda zorlanan arkadaşlarım var. Bunu yapmanın neye mal olacağı konusunda hepimizin dürüst davranmasını istiyorum; ancak aynı zamanda bu eleştirel eğitim sorularını sorma ve onları yanıtlama geleneğini de yaşatmamız gerekiyor.

Bir kez birisi bana vizyonumun ne olduğunu sordu. Benim vizyonum, Raymond Williams’ın uzun devrim (long revolution) dediği şeydir ki o da şudur: Biz bugünlerin benzerini daha önce yaşadık. Kendi yaşamımdan bir anekdotla söyleşimize devam etmek istiyorum. Ben, formal eğitim almamış olsa da eğitimli sayılabilecek ve oldukça politik kökenlere sahip bir aileden geliyorum. Babam matbaacıydı, büyükbabam da matbaacıydı. Annem, ortaokuldan mezun olamadı ama şairdi. Annem şair olduğu için benim ikinci ismim Michael Whitman Apple. Whitman, Amerika Birleşik Devletleri’nin en ünlü halk şairi, aynı zamanda gay aktivist ve hemşireydi. Ailem resmi olarak eğitim almamış olsa bile evde kitaplarımız vardı. Kızıl Tehlike (Red Scare) döneminde, sosyalist öğretmenler işten kovulduğunda, anti-ırkçı kişiler tutuklandığı zamanlarda ailemin sahip olduğu bütün kitaplar, 6 kat plastikle sarıp sarmalandı. Çünkü o zamanlar, bu kitapları evinizde bulundurursanız işinizden kovulabilir ya da tutuklanabilirdiniz. Bu kitapların bazıları, komünist parti ve sosyalist partiyle ilgiliydi. Ailem bu durumdan çok endişelenerek tüm kitapları büyükbabamın mandıra çiftliğindeki tavuk kümeslerinin altına gömdü. Öyle şartlarda yaşıyorduk ki bu tür şeyleri konuşamıyorduk bile. Ancak dayanışma ve eylemlerle işler yavaşça değişmeye başladı. Hikâyenin sonuna gelecek olursak Michael Apple ve Rima Apple, bu ailenin geleneklerini hayatta tutmak için çabalamaya devam etti. Kitaplar saklı tutuldukları yerden çıkarıldı ve gün yüzüne çıktıklarında gerçekten kötü bir kokuları vardı. Kitaplar, otobüsle Michael ve Rima’ya, yani bize ulaştı. Bu kitaplar şimdi bizim çocuklarımızda, artık onlara ait. Biz de şimdi, şu anda yaptığımız gibi konuşabiliyor ve düşüncelerimizi dile getirebiliyoruz. Fakat o zamanki koşullara benzer durumlar şu anda Amerika Birleşik Devletleri’nde tekrar ortaya çıkıyor; ama ben konuşabiliyorum, benim ailem konuşabiliyor. İşte benim vizyonum bu. Uzun devrim dediğim şey tam olarak böyle bir şey. İki adım geriye doğru gidiyor olabiliriz; ama iki buçuk adım ileriye doğru gideceğiz. Biz bunu daha önceki yıllarda da tecrübe ettik. Apple ailesinin gelecek kuşaklara öğretebileceği tek bir şey varsa o da “Çalışmaya devam edin, eğitimi devam ettirin, okul içinde veya dışında nasıl olursa olsun eğitimi sürekli devam ettirin”.

Son sorum öğretmenlerle ilgili olacak. Bildiğiniz üzere öğretmenler COVID-19 salgını sürecinde çocukların eğitimine devam edebilmesi için çok fedakarlıklarda bulundu. Bundan siz de az önce bahsettiniz. Öğretmenler yüksek içsel motivasyonları ve mesleki bağlılıkları ile eğitim mücadelesini sürdürebildiler. Peki okullar tekrar açıldığında, öğretmenler pazartesi günü ilk ne yapmalı? Okula dönüşler gerçekleştiğinde öğretmenlerin gündemini sizce ne meşgul etmeli?

Bu çok önemli bir soru. Okulların açılış günü gelmeden öğretmenler tartışmalara başlamalı. Bu süreçte yeni medyanın rolü önem kazanıyor. Öğretmenler evlerinde izole olsalar da okullar açılmadan bir ay kadar önce nelerin yapılabileceğini, kendi düşüncelerinin neler olduğunu ifade edebilmeli. Bu etkileşim ortamı oluşmazsa her öğretmenden kendi başına bireysel gücüyle tüm sorunları çözmesini beklediğimiz fikrini pekiştirmiş oluruz. Bu da tehlikeli bir duruma yol açar. Ben dezavantajlı bölgelerdeki okullarda 5-6 yıl öğretmenlik yaptım. COVID-19 salgını gibi bir sürecin ardından öğretmen olarak yalnız başıma mücadele edeceğim bir sürece girseydim çıldırırdım sanırım. Çünkü diyorsunuz ki “Toplumsal bir kriz var, aileler kriz durumunda. Michael, ellerini aç bakalım ve al bütün bu yükü. Bütün yük şu an sende. Bu krizleri pazartesi sabahına taşıyorsun”. Öğretmenlerin birbirine öğreterek iş birliği içinde bu durumla baş edebileceklerini düşünüyorum ki bu da çocuklar sınıfa adım atmadan önce yapılmalı.

Türkiye’de var mı bilmiyorum ancak burada, Amerika Birleşik Devletleri’nde bir grup eğitimci, Okulları Yeniden Düşünmek (Rethinking Schools) olarak adlandırdıkları bir girişim altında öğretmenlere pazartesi günü ne yapacaklarına yönelik rehber niteliğinde yayınlar hazırlıyor. Çok güzel bir internet siteleri var. Öğretmenler, öğretmenler için yayın ve materyal hazırlıyor kısacası. Kâr amacı gütmeyen bir yayınevi burası. Mantığı temel olarak herkesin aynı etkinlikleri yeniden icat etmesine gerek kalmadan öğretmenler tarafından yapılmış, hazır etkinlikleri burada paylaşmak. “Pazartesi yılın ilk günü değil; ama pazartesi öğretmenliğinizin ilk günüdür” diyorlar. Öğretmenlik mesleğine yeni başlayanlara yönelik bir rehber de mevcut (New Teachers’ Handbook). Bu rehberde mesleğe başlarken ne yapmalısınız, mesleğe nasıl hazırlanmaya başlamalısınız gibi sorular da yanıtlanıyor. Bazen anne-babalar da dahil oluyor, bazen de çocuklar ne görmek, okumak istediklerine yönelik görüşlerini paylaşıyorlar. Editörlerinden birisi Wayne Au benim doktora öğrencimdi. Kendisi aynı zamanda eleştirel eğitimcidir. Aynı zamanda okullarla ve öğretmenlerle sürekli olarak çalışarak onları daha demokratik hale getirmeye çabalayan birisidir. Bu konuda oldukça iyi çalışmaları var. Örnek bir eleştirel eğitim aktivisti; bu konularla ilgili kitaplar yazıyor, öğretmenlerle çalışıyor ve sınıf içinde uygulanabilecek etkinlikler geliştiriyor. Öğretmenlere yardımcı olacak ders planları ve tüm içerikler internet sitelerinde mevcut, onlar bu konuda benim öğretmenlerim. Bu soruya yanıtımı Demokratik Okullar (Democratic Schools) adlı kitabımı okuyun diyerek sonlandırayım, çünkü orada da ayrıntılı olarak bu soruyu yanıtlıyorum. Bu kitapta önemli olan; sorunların çözümlerinin ya da yanıt olabilecek uygulamaların, Türkiye’de de yaşanan sorunlarla her gün mücadele eden kişiler olan öğretmenlerden geliyor olması.

Röportajımızın sonuna geldik Sayın Apple, size çok teşekkür ediyorum. Bizlerle enerjinizi ve değerli vaktinizi paylaştığınız için teşekkür ediyorum. TEDMEM ekibi adına da özel olarak bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Şu anda eğitim alanında nelerin neden olup bittiğini ve içinde bulunduğumuz durumu nasıl iyileştirebileceğimizi anlamamız konusunda bizlere yardımcı olduğunuz için size minnettarız.

Sizi görmek güzel, yaptığınız iş çok önemli. Ben de sizlere saygı ve sevgilerimi yolluyorum.