Prof. Dr. Kezban Çelik ile Gençliğe Bakış ve Türkiye’de Genç Olmak Üzerine

Prof. Dr. Kezban Çelik ile Gençliğe Bakış ve Türkiye’de Genç Olmak Üzerine

Söyleşiyi gerçekleştiren: Senem Oğuz Balıktay
Söyleşinin gerçekleştirildiği tarih: 14 Ekim 2022

Bu söyleşimizde eğitimin, siyasetin ve ekonominin her zaman gündemini oluşturan ve son zamanlarda sıklıkla seçimler, ne eğitimde ne istihdamda olanlar ve işsizlik gibi meseleler üzerinden konuşulan gençleri ele alıyoruz. Odağımıza gençleri aldığımız bu söyleşimizde, gençlik sosyolojisi alanında çok değerli çalışmaları olan, TED Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Kezban Çelik’i konuk ediyoruz. Bir kavram olarak gençlik tanımının tarihsel ve toplumsal inşa süreci, ne eğitimde ne istihdamda olan gençler, genç işsizliği, Türkiye’de genç olma deneyimleri ve eğitimin buradaki rolü gibi önemli konulara değindiğimiz söyleşimizi paylaşmaktan mutluluk duyar, iyi okumalar dileriz.

Prof. Dr. Kezban Çelik kimdir?

Prof. Dr. Kezban Çelik, TED Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesidir. Doktorasını ODTÜ Sosyoloji bölümünde tamamlamıştır. Toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri, toplumsal sınıf/statü ve toplumsal hareketliliğin ölçülmesi, göç (iç göç, geri göç, düzensiz göç, göçmen emeği, göçmen genç kızlar ve kadınlar) konularında çalışmaktadır. Farklı gençlik grupları, iş piyasasına katılım biçimleri ve özellikle kayıtsız sektörde çalışma konuları üzerine sosyolojik çalışmalar yürütmektedir.

Kezban Hocam öncelikle söyleşi davetimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Gençlik üzerine konuşmaya başlarken belki de ilk önce “genç” dediğimiz kavramın nasıl tanımlandığını sormamız, sorgulamamız gerekiyor. Zira gençlik dediğimizde elbette demografik bir kategoriden söz ediyoruz ancak bu kadar heterojen bir kitleyi tanımlarken bir yandan aşırı genelleme yapıyoruz, öte yandan tek bir özelliğe indirgeyebiliyoruz. Bize bu kavramın özellikle sizin çalışma alanınız olan gençlik sosyolojisinde nasıl ele alındığından, gençlik tanımının nasıl yapıldığından söz edebilir misiniz?

Elbette. Senin de değindiğin, başladığın yerden başlarsak; bir kategoriyi yaş üzerinden tanımlamak, evet bir yanıyla çok kapsayıcı. Ama diğer yanıyla yaş, modern düşünme biçimi için önemli bir ayrım aslında. Çünkü yaşa bağlı bir tabakalaşma neredeyse toplumsal sınıfın yaptığına benzer bir etki üretiyor. Yaş; toplumsal rolün kazanılmasında ve kaybedilmesinde, davranış beklentilerinde, kaynakların ve fırsatların toplumsal dağıtımında ve bireyleri sınıflandırmada bir gösterge olarak kullanılıyor. Ve aslında buna bağlı olarak da çocuk dediğimizde, yetişkin dediğimizde, yaşlı dediğimizde, tıpkı sosyal sınıfın yaptığı tabakalaşma gibi bir etki yapıyor.

Burada ilginç olan şu aslında. Nüfusun yaşa bağlı kategorileştirilmesinin içinde gençliğin yeri yok. Genç, bir miktar aslında olmadığı yerden tanımlanıyor. Ne diyelim; açıkça çocuk değil, çünkü çocuk için elimizde bir tanım var ve açıkça yetişkin değil, yetişkin için de elimizde bir tanım var. Dolayısıyla gençliği tanımlamaya çalışan ilk çabalar sonrasında, sosyolojinin de kısmen etkilendiği veya yapısalcı teoriyle etkilediği, aslında gelişimsel psikolojiyle birlikte adölesan tanımından itibaren artık yavaş yavaş bu kategoriye bir alan bulunmaya çalışılıyor ve genç, çocukluk ile yetişkinlik arasında bir geçiş olarak tanımlanıyor. Bu geçiş de doğrusal ve kriterleri olan bir geçiş olarak ele alınıyor. Çocuk demediğimiz, yetişkin demediğimiz, yani olmadığı yerden genci gördüğümüz, klasik geçiş yaklaşımı ile çeşitli işaretlerle bu tanımlamayı yapmaya çalışıyor. Diyor ki; bu işaretlerden bir tanesi eğitimden çalışmaya geçiş. Diğeri kök aileden, yani kendi ailesinden ayrılıp yeni ailesini kurabilme ve bu da aslında evlenme ile bağlantılı. Diğeri de daha düşünsel bir kategori olarak, bağımlı statüden bağımsız statüye geçiş. Aslında bu geçişler genci tanımlamıyor, yetişkini tanımlıyor. Bu ne demek? Eğitimden çalışma hayatına, yani ücretli çalışma dediğimiz yere geçiş, bir yetişkinlik göstergesi olarak tanımlanıyor. Evlenme, bir yetişkinlik pratiği olarak tanımlanıyor ve bağımsız birey olabilme varsayımı da yine yetişkinliğe atfediliyor. Ama bu geçişlerin beklenildiği gibi doğrusal ve gelişimsel olmaması üzerine, yani aslında yetişkinlik kategorisi problemleşmeye başlayınca gençlik de problemli bir kategori olarak görülmeye başlıyor.

Burada ilginç olan şu aslında. Nüfusun yaşa bağlı kategorileştirilmesinin içinde gençliğin yeri yok. Genç, aslında olmadığı yerden tanımlanıyor. Ne diyelim; açıkça çocuk değil, çünkü çocuk için elimizde bir tanım var ve açıkça yetişkin değil, yetişkin için de elimizde bir tanım var.

Sosyoloji de böylece gelişimsel yaklaşımın yanında aslında bu geçişlerin doğrusallığını sorguluyor. Örneğin kişi okuldan çalışma hayatına nasıl geçerse bu geçiş doğrusal bir geçiş oluyor? Çalışma hayatına okul terkiyle geçerse nasıl oluyor? Çalışma hayatına, kayıt dışı olan bir sektörde çocuk işçi olarak geçerse nasıl oluyor? Veya örneğin bağımsız kategoriye hiç geçemeyen gruplar için ne oluyor? Burası özellikle de toplumsal cinsiyet konusunu önümüze getiriyor. Ücretli işle, evlenmekle, bağımsızlıkla kurulan bu geçiş yaklaşımı aslında bir erkek kurulumu. Yani iş piyasası üzerinden yetişkinliği kurmak ve bağımsızlığı da bununla ilişkilendirmek bir erkek deneyimi aslında. Çünkü; gelişmiş ve gelişmekte olan dünyada, oranları farklı olmakla birlikte aslında kadınların iş piyasasına katılım oranları, katıldıkları sektörler ve buna bağlı olarak elde ettikleri ücret düzeyi bağımsızlaşmaya katkı sağlayabilecek düzey açısından erkeklerin bir hayli gerisinde. Mesela Türkiye’de en iyi tahminle kadın istihdamı %34’lerde. Bunun içinde tarım istihdamı var, kayıt dışı çalışan kadınların istihdamı var. Eğer bu istihdamı Uluslararası Çalışma Örgütü’nün “iyi iş” tanımıyla tanımlarsak bu oranın yarıya düşeceğini görüyoruz. Tersinden söylediğimizde ise Türkiye’de yaklaşık 100 kadından 70’i liberal kapitalist dünyanın tanımladığı anlamda ücretli iş ilişkisine giremiyor. O zaman da bağımlı statüde kalmaya devam ediyor. Evlenmeden önce kendi ailelerine; evlendiklerinde ise eşlerine olan bağımlılıkları devam ediyor. Peki o zaman ne diyeceğiz bu durumdaki kadınlara? İşte sosyoloji bu geçiş yaklaşımını sorunlu bir yaklaşım olarak ya da genç deneyimini çok kısmi açıklayan bir yaklaşım olarak sorgulayıp buraya kuşak yaklaşımını getiriyor. Bir de kültürel yaklaşım dediğimiz, aslında genç deneyimlerini, gençlik deneyimlerini çoğullaştıran, heterojenleştiren, farklı oluş biçimlerine dikkat çeken bir yaklaşım getiriyor. Yani genç tanımı bir toplumsal inşa meselesidir. Toplumsal inşa dediğimiz andan itibaren de tarihsel ve toplumsal olanı bir araya getiriyor; aynı tarihsel dönemde, gencin toplumsal sınıfına göre yaşadığı dönemselliği; zaman, mekân ve gençle birleştirebilen bir yaklaşım getiriyor.

Son dönemlerde oldukça popüler kuşak çalışmaları var biliyorsunuz. Z kuşağı, Y kuşağı, sessiz kuşak gibi. Bu yaklaşım zamansallığı veriyor ama mekânsallığı vermiyor. Kuşak dediğimiz şey, aynı tarihsel dönemde doğmuş ama buna bir “kohort” diyebilmemiz için bir de mekân vermemiz gerekiyor. Nerede doğduğumuzu ve aslında başka şeyleri de eklememiz gerekiyor. Nasıl bir aileye doğduğumuz, nasıl bir cinsiyetle doğduğumuz, nasıl bir sosyal sınıfa doğduğumuz gibi.

Son dönemlerde oldukça popüler kuşak çalışmaları var biliyorsunuz. Z kuşağı, Y kuşağı, sessiz kuşak gibi. Bu yaklaşım zamansallığı veriyor ama mekânsallığı vermiyor. Kuşak dediğimiz şey, aynı tarihsel dönemde doğmuş ama buna bir “kohort” diyebilmemiz için bir de mekân vermemiz gerekiyor. Z kuşağı Amerika’da, Meksika’da, Afrika’da ya da Türkiye’de aynı mı? Yani bu yaklaşım zamansallığı veriyor evet; 2000’lerin başında doğmak ile 1950’lerde doğmak aynı şey değil. Ama buraya mutlaka mekansallığı eklememiz gerekiyor. Nerede doğduğumuzu ve aslında başka şeyleri de eklememiz gerekiyor. Nasıl bir aileye doğduğumuz, nasıl bir cinsiyetle doğduğumuz, nasıl bir sosyal sınıfa doğduğumuz gibi. Buraya başka şeyleri de eklemeye başladığımızda aslında bu geçişi geçememeyi görüyor ve genç olma deneyimlerini çoklaştırmış oluyoruz.

Sosyolojik olarak bu kategorinin toplumsal inşasından, genç olma deneyimlerinin çokluğundan söz ediyoruz ancak bu başka türlü bir çokluğa da izin vermemeli. Yani tek bir tane genç tanımı yok evet. Böyle dediğimizde tanım çoğalıyor, çeşitleniyor ve farklılaşıyor ama yine de sosyolojik anlamda kuşağın, belirli bir tarihsel zamanda ve mekânda büyüyor olmanın, yetişiyor olmanın, yaşıyor olmanın ortaklıklarını da görmek gerekiyor. Grubun bütün bu heterojenliğiyle birlikte gençlerin kendilerini bir özne olarak yerleştirebilecekleri bir yeri de sunmak gerekiyor. “Kendini genç hisseden herkes gençtir” gibi bir aynılık yanılgısına da düşmemek gerekiyor. Gençlik dönemini geçmiş olmanın, -örneğin ben 52 yaşındayım, yani genç değilim- bu dönemde olmanın özgünlüklerini de kaçırmamamız gerekiyor. Yaş ve rolün ilişkilendirilmesinin örüntülerini iyi görmemiz gerekiyor diye düşünüyorum. Sosyoloji işte bize bunu sağlıyor. Sosyolojik kuşak çalışmaları ve bu toplumsal inşanın mekânsallığını, zamansallığını ve aslında bireyselliğini görebilmeyi sağlıyor. Bireyi ve genci buraya, o sözünü ettiğim sosyolojik değişkenlerle yerleştirebilmeyi sağlıyor. Bizde çok görülmeyen, üzerine çok çalışmadığımız konular belki ama ırkıyla, etnik kökeniyle, cinsiyetiyle, cinsel yönelimiyle, sınıfıyla buraya genci yerleştirebilmenin önemli olduğuna dikkat çekmesi herhâlde sosyolojinin gücü ve katkısıdır diyebilirim.

Bir kavram olarak gençlik tanımının tarihsel ve toplumsal inşası ve bu tanımın değişimiyle birlikte gençliğe toplumsal bakışın da aynı şekilde değiştiğini söyleyebilir miyiz? Örneğin gençlik bazen gelecek için bir umut, bir potansiyel, bir fırsat olarak görülürken özellikle bugün hem Türkiye’de hem dünyada daha çok işsizlik, yoksulluk, eğitimsizlik gibi sorunlar odağında ele alınıyor. Bunun nedenlerini düşünecek olursak gençliğe bakış tarihsel ve toplumsal olarak nasıl şekilleniyor, bize açıklar mısınız?

Aslında bu konu, yeniden üretim ile çok ilişkili. Bunun için birbiriyle ilişkili gibi gözükmekle birlikte aslında farklı olan alanlara bakmak gerekiyor. Çocuk, adölesan, genç dediğimiz; ailenin yeniden üretimi ve ulus devletin yeniden üretimi ile yakından ilişkili. Okuldan çalışma hayatına geçiş dediğimiz süreç de emeğin yeniden üretimi ile çok yakından ilişkili. Onun için bu değişimleri görebilmek ve yakalayabilmek için kanımca buralara ayrı ayrı bakmak gerekiyor. İş piyasasına, aileye ve devlete ayrı ayrı bakmak gerekiyor. Çünkü bu üçünün değişik biçimlerdeki ilişkiselliği ve kombinasyonuyla gençliğin kurulumu da değişiyor.

Bu anlamda tarihselliğine bakacak olursak belki çok genel bir kategori olarak gençliğin 20. yüzyılla birlikte ortaya çıkan bir kategori olduğunu söylemek mümkün. Biraz modern toplumun, sanayi toplumunun ürettiği bir kategori. Bu yine demografiyle ilişkili. 19. yüzyıl başlarında ortalama ömrün 35 yıl olduğunu düşündüğümüzde bu kısa yaşam süresini farklı kategorilere bölmek, kategorilerin dönemlerini kısaltıyor. Dolayısıyla yapılan çalışmalar da bize tarım toplumlarında çocukluk süresinin 7-8 yaşla bittiğini ve hemen arkasından, bir geçiş dönemi gereksinimi olmadan yetişkinliğe geçildiğini gösteriyor. Bu kategorinin ortaya çıkması kısmen endüstrinin gelişimiyle ilgili. Yani, artık iş piyasasına baktığımızda işin, evden ayrı bir mekânda örgütlendiği, kabaca fabrikalarda konsantre olduğu ve sonrasında daha nitelikli işgücüne gereksinim olmasıyla birlikte fabrika yasaları ve zorunlu eğitimin eş zamanlı gittiğini görüyoruz. Buna bağlı olarak eğitimin zorunlu hâle gelmesi ve eğitimde kalınan sürelerin uzamasıyla birlikte yavaş yavaş uzayan bir çocukluk dönemi olduğunu görüyoruz. Burası hem gelişmiş hem gelişmekte olan ülkelerde, tüm dünyanın izlediği bir yol. Elbette bu süreç bir günden ertesi güne değil, en az yarım yüzyıl alan değişimlerle gerçekleşiyor.

Bu konu, yeniden üretim ile çok ilişkili. Değişimleri görebilmek ve yakalayabilmek için iş piyasasına, aileye ve devlete ayrı ayrı bakmak gerekiyor. Çünkü bu üçünün değişik biçimlerdeki ilişkiselliği ve kombinasyonuyla gençliğin kurulumu da değişiyor.

Emeğin yeniden üretimine ilişkin olarak iş piyasasının beklentisi de değişmeye başlıyor. Tabii ki tarımsal üretimden kentsel alana gelmekle birlikte ailenin de fonksiyonları, ailenin de üyeleriyle kurduğu ilişki ve yeniden üretimden beklentileri değişmeye başlıyor. Bu konu üzerine yapılan çalışmalar özellikle kırdan kente geçildikçe ve kentte yaşama süresi arttıkça çocuğun enstrümantal değerinden çok psikolojik değerinin ön plana çıktığını vurguluyor. Bir defa çocuk sayısı azalıyor. Artık, üreten değil tüketen bir üyeye dönüşmeye başlıyor ve böylece ailenin yeniden üretiminde üyesiyle ilişkisi ve beklentileri değişmeye, dönüşmeye başlıyor. Elbette tarım hâlâ devam ediyor, biliyorsunuz hâlâ mevsimlik tarım işlerinde çalışan çocuklar var. Bunları elbette doğrusal değişimler gibi görmemeliyiz ama beklentiler değişiyor.

Ulus devletlerle de bir politik örgütlenme biçimi olarak aslında Fransız Devrimi’nin sonuyla, onun çocuğu olarak karşılaşıyoruz. Ulus devlet dediğimiz politik mekanizma da üyeleriyle başka türlü bir ilişki kuruyor. Şöyle ki, bu ilişkiyi “vatandaş” dediğimiz bir statüyle kuruyor. Devletle birey arasında bir vatandaşlık statüsü üzerinden ilişki geliştiriyor. Devletin bu değişimiyle birlikte ulus devlet, kendi yeniden üretimi için aslında gelecekteki vatandaşlarından pay talep ediyor. Onun için de eğitim zorunlu hâle geliyor, bütün ülkenin millî müfredatı oluyor, ne öğrenileceği, nasıl öğrenileceği, neyin ahlaki, neyin doğru olduğu gibi tüm bu konular merkezi bir yerden belirlenmeye başlıyor. Temel olarak ulus devlet bu süreçte kendini yeniden üreteceği vatandaş için eğitimi en büyük araç olarak görüyor. Hem iş piyasasının hem kendi varlığının yeniden üretilmesinde eğitimi bir araç olarak kullanıyor. Devlet artık pay sahibi oluyor. Genci aileye bile emanet edemiyor. Onun için sürekli olarak eğitim yaşının erkene geldiğini görüyoruz. Sonuç itibariyle ulus devletin kendi yeniden üretimini nasıl kuracağı üzerine bir tahayyülü var ve bu tahayyülü de gençleri çırak vatandaş gibi kaç yaşında evlenebilecek, kaç yaşında içki içebilecek, kaç yaşında araba kullanabilecek, kaç yaşında seçebilecek, seçilebilecek üzerinden kuruyor. Buraları sürekli olarak düzenlemeye başlıyor. Çünkü kendi yeniden üretimine ilişkin ideolojisini burada kurabiliyor ve burayı önemsiyor. Dolayısıyla bu süreçte senin dediğin; genç, gelecek için umut, aslında potansiyel ve emanetçi. İşte bu bakış açısı yalnızca bizim ülkemizde değil, bütün ulus devlet kurulumu aşamasında ve bu kurulumda gençlere verilen rollerle gittikçe aileden daha fazla pay almaya çalışan yeni bir politik örgütlenme biçimiyle ilgili.

Temel olarak ulus devlet bu süreçte kendini yeniden üreteceği vatandaş için eğitimi en büyük araç olarak görüyor. Hem iş piyasasının hem kendi varlığının yeniden üretilmesinde eğitimi bir araç olarak kullanıyor. Devlet artık pay sahibi oluyor. Genci aileye bile emanet edemiyor. Onun için sürekli olarak eğitim yaşının erkene geldiğini görüyoruz.

Bu sürecin ardından, II. Dünya Savaşı sonundan 1970’lere kadar, tarihsel olanın barışçıl olduğu o kısa, ara dönemde bu algının, bu yaklaşımın değiştiğini, ulus devletlerin refah devletlerine dönüştüğünü görüyoruz. Refah devletine dönüşme de siyasal ve yasal statü olarak vatandaşlığı genişletmeyi beraberinde getiriyor ve vatandaşlık, sosyal vatandaşlık dediğimiz boyutlarıyla birlikte genişlemeye başlıyor. Devletin burada üstlendikleri ve iddiaları da artmaya başlıyor. Eğitimden, ulaşımdan, barınmadan sorumlu oluyor. Tabii ki burada bir tane refah devleti yok, farklı rejimler var ama Türkiye açısından buranın izini sürdüğümüzde 1961 Anayasası ilk defa “Türkiye, sosyal bir devlettir” diyor. Bu anayasada, yeniden üretimde sosyal sorumluluklarını artıran bir devletle ya da en azından bu niyetle karşı karşıyayız. Bu dönemde iş piyasasını düşündüğümüzde, sanayi üretimine bağlı işlerin artmaya başladığını, hizmet sektörünün yavaş yavaş genişlemeye başladığını görüyoruz ve bu dönem aslında sosyal vatandaşlıkla birlikte eğitimin kitleselleşmeye başladığı bir dönem oluyor. Beş yılla başlayan zorunlu eğitimin bütün dünyada kademeli bir şekilde artırılmaya başlandığını görüyoruz. Hizmet sektörünün genişlemeye başlaması ve üretimin kas gücüne dayalı sanayi üretiminden daha çok bilgiye ve teknolojiye dayalı bir üretime geçmesi ve böyle bir emek talebine bağlı olarak da eğitim sürelerinin artmaya başlaması bu süreçte birlikte gidiyor. Gençlik dönemi de bu şekilde genişlemeye başlıyor. Ama buradaki en önemli gelişme de iş piyasasının artık istihdamsız büyüme dediğimiz süreçle karakterize olmaya başlaması. Teknolojinin ve yeni üretim araçlarının gittikçe daha az işgücüne gereksinim duyduğu bir şekilde örgütlenmeye başlaması, 1980’lerle birlikte küreselleşme dediğimiz süreçte sermayenin hızla küreye yayılması ve neoliberal dünyada bütün bu değişimlerle birlikte artık ulus devletlerin ulusal sermaye üzerindeki kontrollerinin azalmaya başlaması sonucunda aslında ulus devlet, topluma yönelik önceki vaatlerinden ve gençlik de dahil olmak üzere üstlendiği sorumluluk ve rollerden yavaş yavaş çekilmeye başlıyor.

Sermayenin gelişmekte olan dünyaya ya da Güney’e doğru hareketlenmesi ve Kuzey’e doğru olacak olan emek hareketliliklerinin de sıkı göç politikalarıyla engellenmesine bağlı olarak büyük bir genç nüfusun oldukça sınırlı bir oranda istihdam edilmesi sonucunda gençlik; yoksulluk, işsizlik, eğitimsizlik gibi problemlerle anılıyor.

Bu çekilme, küreselleşen sermayenin ulus devletler üzerindeki etkisine bağlı olarak yarattığı dönüşümler ve iş piyasasının daha az işgücüne gereksinim duymasıyla birlikte ortaya çıkıyor ve gençlere ilişkin bakış açısı da burada değişmeye başlıyor. Bu süreçte gençlerin artık umut değil; sorun yumağı, tehdit, risk ve tehlike gibi daha alt kültürlerle ele alındığı, bütün bu yapısal meselelerin gençlere yıkıldığı ve bu anlamda yetişkin olma ya da olamama sorumluluğunun gençlere yüklendiği bir anlayışın gelişmeye başladığını görüyoruz. Burada özellikle sermayenin hareketi ve gittiği yere bakmak çok önemli. Çünkü sermayenin gittiği yer; emeğin daha ucuz, örgütlülüğün daha zayıf olduğu gelişmekte olan dünya ve buraya gitmesinin de demografik bir karşılığı var: Gelişmekte olan dünya genç. Dolayısıyla sermayenin gelişmekte olan dünyaya ya da Güney’e doğru hareketlenmesi ve Kuzey’e doğru olacak olan emek hareketliliklerinin de sıkı göç politikalarıyla engellenmesine bağlı olarak büyük bir genç nüfusun oldukça sınırlı bir oranda istihdam edilmesi sonucunda gençlik; yoksulluk, işsizlik, eğitimsizlik gibi problemlerle anılıyor.

Güney’in içinde bulunduğu iş piyasası da Kuzey’in sermayesinin şekillendirdiği bir iş piyasası aslında. Güney’e gelen sermaye tam da emek gücü burada ucuz olduğu için, tam da burada örgütsüz olduğu ve istenilen eğitim düzeyinde olmadığı için geliyor. Bu şekilde gelişen küresel sermaye hareketlerinde ulusal sermayenin gücünün azalması ve işgücüne daha az ihtiyaç duyulmasıyla birlikte tabii ki buradaki genç nüfusun tamamını istihdam edecek bir işgücü piyasası da olmuyor. Böyle bir iş piyasası yok. Dolayısıyla işsizlik Güney’in ve gençliğin en önemli sorunu oluyor. Gençler işsiz oldukları için politize oluyorlar, terörize ediliyorlar, değerlerle sorunları oluyor, bağımlılığa yatkın oluyorlar ve gençlik de riskler ve sorunlar odağında ele alınıyor. Tabii ki toplumsal olayları tek bir şey üzerinden açıklamak mümkün değil ama örneğin Fransa’da Sarı Yelekliler ile başlayan Arap Baharıyla devam eden ve belki de Türkiye’de Gezi ile uzantılarını veren hareketlenmelerde talepleri üzerinden gençleri suçlama, onları sorun, problem odaklı görme ve demografik çokluklarını da buna haklı bir gerekçe olarak kullanma eğilimini görüyoruz.

Oysa genç nüfus ülkeler için çok kıymetli. Doğum oranlarının azaldığı bir süreçte demografik fırsat penceresi dediğimiz şeyi oluşturması gerekirken burası biraz sorunlu bir alana dönüşüyor. Bunun sorunlu bir alana dönüştüğü, problem olarak görüldüğü yeri belirleyen en önemli hususun ben kamusal olduğuna, çok politik bir yerde durduğuna inanıyorum.

Oysa genç nüfus ülkeler için çok kıymetli. Doğum oranlarının azaldığı bir süreçte demografik fırsat penceresi dediğimiz şeyi oluşturması gerekirken burası biraz sorunlu bir alana dönüşüyor. Bunun sorunlu bir alana dönüştüğü, problem olarak görüldüğü yeri belirleyen en önemli hususun ben kamusal olduğuna, çok politik bir yerde durduğuna inanıyorum. Yani buranın yönetilmesi, bu demografinin nasıl bir eğitim düzeyine sahip olacağı, nasıl yetkinliklere sahip olacağı konusunda ve iş piyasasıyla da bağlantılı olarak bağımlı-bağımsız dönemlerinde daha otonom olabilecekleri mekanizmaların kurulmasında sosyal devletin anahtar olduğunu düşünüyorum. Bu alandaki çalışmalar da sosyal devletlerin ve politik sistemlerin; bu demografiye uygun eğitim, çalışma hayatı, sosyal katılım kanalları ve büyüme pratiklerine ilişkin hizmetler geliştiremediğinde; burayı gittikçe aileye terk ettiklerini, aileyi de sorumlu kılmaya çalıştıklarını ve bütün bu neoliberal dünyanın yükünü aile ve bireye yıkmaya çalıştıklarını, bunu yapmaya çalışırken de genci sorumlulaştıran bir dilin ağırlık kazandığını ortaya koyuyor.

Gençlik tanımı ve gençliğe bakışın tarihsel ve toplumsal olarak nasıl değiştiği üzerine konuştuk. Peki, genç olma deneyimleri nasıl değişiyor? Örneğin Türkiye’yi ele alacak olursak bugünkü gençlik ile bir ya da iki kuşak öncesinin gençliği ve genç olma deneyimleri arasında nasıl farklılıklardan veya ortaklıklardan söz edebiliriz?

Burada kuşak çalışmalarına ilişkin devamlılıklar ve kırılmalardan söz edebiliriz. Örneğin gençler, bir kuşak önceye göre daha eğitimli, daha kentli. Aslında bu eğitimli kentlilik kısmen bütün dünya için geçerli diyebiliriz. Bunun yanı sıra coğrafi olarak daha hareketliler. Bu hareketlilik bir yerden bir yere ulaşım hareketliliği olabileceği gibi bir ülkeden başka bir ülkeye hareketlilik anlamında da geçerli. 1980 sonrası ve 1990’larla birlikte neoliberal dünyanın yarattığı bir tür kültürel dönüşüm dediğimiz dönüşümle toplumsal alandaki yerlerin belirlenmesi, üretim üzerinden değil de tüketim üzerinden belirlenmeye başlıyor. Bu nedenle bir kuşak önceye göre daha iyi, daha fazla tüketebiliyorlar. Bu değişime bağlı olarak gençler daha mobiller. Kentte daha fazla yaşamayla ilgili olarak, daha iyi sosyoekonomik koşulların içinde olunabilmesi mümkün oluyor. Bu da kentle ilgili bir şey.

Kent dediğimiz yer gençlerin, bir kuşak önceye göre kendi anne babalarından daha eğitimli olmalarına yol açıyor. Dünyadan daha çok haberdarlar ve özellikle de toplumsal cinsiyet açısından çok önemli bir değişim var. 2000’li yıllarla birlikte biraz sessiz devrim gibi kadınların hayatında değişimler oluyor. Genç kadınların hayatında eğitime katılımları, çalışma istekleri, çalışma hayatında yer alma istekleri, özellikle kadın hareketinin gücüyle daha eşitlikçi yaşam alanları, var oluş biçimleri, talepleri, doğurganlığın kontrol edilebilmesi, yavaş da olsa evlenme yaşının yükselmesi… bütün bunlar aslında muazzam değişimler. Toplumsal cinsiyet anlamında baktığımızda kadınları değiştiren bir süreç. Bu süreçte genç kadınlar, yetişkin olma kriterini dönüştürmeyi talep ediyorlar. Daha öncesinde kültürel olarak evlenmeyle yetişkin olabilen veya ücretli işle yetişkin olabilen kadın, şimdi evlenme yaşını ertelemek isteyen bir süreçte. Hatta Japonya ve Türkiye gibi toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin yüksek olduğu, patriyarkanın güçlü olduğu yerlerde evlenmeme oranlarının da artmaya başladığını görüyoruz. Ne zaman anne olunacağı, ücretli çalışıp çalışmayacağı, hangi işte çalışılacağı, ev içi alanın nasıl paylaşılacağı, kamusal alanda nasıl var olunacağı, politikada ya da karar verme mercilerinde bütün bu tartışmalar, talepler ve kavgalar aslında bu değişimle ilgili.

Kent dediğimiz yer gençlerin, bir kuşak önceye göre kendi anne babalarından daha eğitimli olmalarına yol açıyor. Dünyadan daha çok haberdarlar ve özellikle de toplumsal cinsiyet açısından çok önemli bir değişim var. Bu süreçte genç kadınlar, yetişkin olma kriterini dönüştürmeyi talep ediyorlar.

Bu süreçte devamlılık nedir diye sorduğumuzda, ailenin refah mekanizması olması devamlılık gösteriyor. Hâlâ ulus devletle ailenin iş bölümünde temel refah sorumluluğu aileye verilmiş vaziyette. Gencin refahı, bir yurda başvurduğunda, kredi almak istediğinde, yardım almak istediğinde hep aile dolayımıyla değerlendirilebiliyor. Veya sağlık hizmetleri, pasaport, aklınıza gelebilecek her türlü hak talebinde gencin bir birey olarak değil, aile üyesi olarak değerlendirildiğini görüyoruz. Bu devam ediyor, burada bir kırılma olmuyor ve bu çok önemli bir devamlılık bence. Burada bir kırılmanın olmaması ya da bu devamlılığın var olması, değişimin hızını azaltan ya da farklı mekânsallıklarda farklılaştıran bir sürece neden olurken aynı zamanda bu değişimlerin kollektifleşmesini ve kollektif taleplere dönüşmesini de engelliyor.

Bu yanıyla da özellikle genç kadınlar arasında muazzam eşitsizlikler üretiyor. Toplumsal cinsiyet eşitliğinde kadın-erkeğe bakmak ne kadar önemliyse kadınlar arası eşitliğe bakmak da o kadar önemli oluyor. Çünkü burada evlenme yaşı, çalışma şansı, okula devamı, bütün bunlar üzerinde ailenin belirleyiciliği çok önemli olmaya başlıyor. Ekonomik olarak refahında aileye bağlıysan o zaman işte aslında özgür vatandaş olman riske giriyor. Aileye ekonomik bağımlılık, otonomimize de etki ediyor. Ailenin sadece ekonomik sermayesine değil, değerlerine de sosyal ve kültürel sermayesine de bağımlı olunuyor. Aileler de kimle sosyalleşiyorsa, ne kadar tanışı varsa, bunlar gencin hayatını belirlemeye devam ediyor. Evet tabii ki değişimler var, değişim talepleri var ve dediğim gibi gençler daha kentliler.  Ne olursa olsun kent özgürleştirir. Derecesi, sınırı her zaman tartışılabilir ama kent daha özgür, dünyada olup bitenlerden daha haberdar, daha eğitimli olma ve daha çok şey talep etme kapasitesi yaratır diyebilirim bu karşılaştırmada.

Toplumsal cinsiyet eşitliğinde kadın-erkeğe bakmak ne kadar önemliyse kadınlar arası eşitliğe bakmak da o kadar önemli oluyor. Çünkü burada evlenme yaşı, çalışma şansı, okula devamı, bütün bunlar üzerinde ailenin belirleyiciliği çok önemli olmaya başlıyor.

Ama bunları eğilimler olarak okumak gerekiyor. Bir yanıyla da baktığımızda ne eğitimde ne çalışma hayatında olan gençlerin sayısı artıyor, okul terklerinin sayısı artıyor, enformel sektöre katılımlar artıyor, daha iyi çalışma koşulları için aslında beyin göçü isteği artıyor. Bunların hepsi aidiyet dediğimiz şeyi sarsıyor. Aileye, devlete, geleceğine, bir yere ait olma çok önemli bir mesele, hepimiz için varoluşsal bir mesele ve tüm bunları sarsıyor. Özellikle çalışan genç yoksulluğuna baktığımızda, proletaryası hiçbir zaman net olmayan bir ülke olarak burada prekarya tanımı bize çok uygun olmuyor; çünkü prekarya, sahip olunan bir şeyin kaybedilmesi üzerinden tanımlanır ve belki de biz hiç sahip olmadık ama bir yandan umut vaat eden bir potansiyel varken diğer yandan kötü işlere sıkıştırılmış büyük yaşamlar, buraya sıkışıp kalmış önemli bir umutsuz kitle var.

Sizin de değindiğiniz gibi gençlerle ilgili olarak Ne Eğitimde Ne İstihdamda (NEET/NENİ) kategorisine ciddi bir önem atfediliyor. Bu kategoride; okumayan ve çalışmayan gençler tek bir başlık altında toplanıyor ancak gençlik kategorisinde olduğu gibi NEET kategorisi de oldukça heterojen ve kompleks bir yapıya sahip. Gençlerin bu kategoriye dahil olma nedenleri ve deneyimleri de birbirinden oldukça farklı ve eşitsiz. Özellikle toplumsal cinsiyet eşitsizliği bu deneyimleri genç kadın ve erkeklerde oldukça farklılaştırıyor. Bize bu farklılıklardan ve NEET gençlerin farklı deneyimlerinden bahsedebilir misiniz?

Dediğin gibi NEET/NENİ aslında burada gençlerin ne olduğunu söylemiyor, ne olmadığını söylüyor. Dolayısıyla “ne olmadığı” üzerinden baktığımızda buradaki gençler öğrenci değiller, çalışan değiller. En başta dediğim, yeniden üretim meselesiyle çok yakından ilişkili olan modern dünya ya da liberal kapitalizm, yetişkin odaklı. Bizim toplumsal cinsiyet eşitliğinde konuştuğumuz bütün meselelerle birlikte bu yetişkin de erkek aslında. Yetişkin odaklılığı erkek bir yetişkin üzerinden gidiyor. Bu yaklaşım diyor ki; bu merkezi yerde olabilmen için bu iki alandan birinde; eğitimde ya da istihdamda olman gerekiyor, bunu olamadığında senin olamadığın yeri söylerim. Orada değiller, orada da değiller, tamam peki neredeler? Bu olmama hali statikmiş gibi bir yaklaşım var. Orada değil, orada değil ama nerede? Üçüncü mekânsallıkta. Yeniden üretimle ilgili konuşurken üç unsurdan söz etmiştik: aile, iş piyasası ve ulus devletin yeniden üretim aracı olarak eğitim. Okulda değil, çalışmada değil, o zaman nerede; evde.

Bu mesele bir geçiş meselesi değil. Bu mesele çok ciddi bir toplumsal cinsiyet meselesi.

Ama ne olmadıkları üzerinden bakma biçimi burayı anlamamıza yardımcı olmuyor. Her iki alanda olmayan herkesi tek bir yere atıyorlar. Ama diğer yandan da çok normatif, çünkü olmaları gerektiği yeri de belirliyor, tanımlıyor. Buraya işsiz denmediği için rahat ediliyor, farklı kategoriler tanımlanmadığı için rahat ediliyor. En önemlisi de aslında toplumsal cinsiyet eşitsizliğini gizleyebiliyor bu şekilde. Çünkü Türkiye’deki duruma baktığımızda ve bütün gelişmekte olan dünyada; toplumsal cinsiyet eşitliksizlerinin yüksek olduğu ülkelerde NEET’lerin büyük çoğunluğu kadın, Batı ülkelerinde ise NEET’lerin çoğu erkek. Bu mesele bir geçiş meselesi değil. Bu mesele çok ciddi bir toplumsal cinsiyet meselesi. Bunun da devletin yeniden üretim ideolojisiyle yakından ilişkili olduğunu düşünüyorum ben. Çok yakında bunu rakamlarla da gösterdiğim bir makale yazıyorum.

2012 yılında zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılması, köy okullarının kapatılması ve açık lise uygulamasının yaygınlaşması gibi politikaların ürettiği sonuç; NEET kategorisinin gittikçe genişlemesi ve bu genişleme içinde de kadınların payının artması. NEET kategorisinde olan kadınlarda evlenme oranının yüksek olduğunu görüyoruz. NEET erkekler evlenemiyor; işsiz, güçsüz diyoruz ya, gerçekten de ekonomik olarak güçsüz, bu nedenle evlenemiyor. Ama işsiz güçsüz kadınlar evleniyor. Bu en önemli risklerinden bir tanesi.

Buna ilişkin politikalara baktığımızda hep “iş piyasası ne istiyor?” şeklinde bir yaklaşımla karşılaşıyoruz. Bu genel yaklaşımda hep iş piyasası üzerinden tanımlama yapılıyor, burası bir sonuç gibi görülüyor. Halbuki burası bir neden; nedenlere bakmak gerekiyor. Ve buna ilişkin de buraları dönüştürecek, buranın aktörleriyle bir araya gelecek mekanizmalar kurulması gerekiyor.

Bu durum biraz evvel konuştuğumuz o sessiz devrimle ilgili aslında. Şu anda iş piyasasında kadınların pay alabileceği, kadınların birçok alanda var olabilecekleri bir iklimde, bazı genç kadınların yeniden kültürel kadın olmaya itildiğini görüyorsun. Dolayısıyla buraya NEET demek buranın aslında genç kadın meselesi olduğunu görmezden gelmek oluyor. Bunun da aslında toplumsal cinsiyet ideolojisiyle yakından ilgili olduğunu görmek gerekiyor. Bir yandan bütün bunlarla birlikte evlenin deniyor, 3 çocuk deniyor, kredi verelim deniyor, burası rasyonelleştirilmeye çalışılıyor; büyük oranda karşılık bulmuyor, bunu söyleyebilirim ama tüm bunlar genç kadınlar için aslında evlenmeyi hızlandıran bir sürece dönüşüyor. Bu anlamıyla NEET kategorisi bir çuval gibi gözüküyor ve daha önemli sorunları da aslında gizlemeye katkı sağlıyor. Son zamanlarda “ev genci” kavramıyla da buranın kadın meselesi olduğu gerçeği geri plana itilmeye çalışılıyor. Aynı riskte değiller çünkü. Ev kızı diyelim, evde olan kadın, evde olan erkek diyelim. Buradaki deneyimlerin birbiriyle aynıymış gibi gösterilmesinin yine ideolojik olduğunu düşünüyorum. Onun için buranın genel bir kategoriye dönüştürülmesi aslında özel kategorilerin görülmesini ve bu meselelerin politikleştirilmesini de engelliyor diye düşünüyorum. Kadın hareketi bile bu görünmezliğin ya da bu çuvalın etkisinde kalıyor. Bütün kadın hareketinin evli, çocuklu, siyasete katılamayan, ev kızı olan, farklı yaş, farklı biyografiye sahip olan bu kitleyi birleştirmede zayıf kaldığını düşünüyorum. Dolayısıyla bu görünmezliğin ideolojik olduğunu ve bile isteye yapıldığını düşünüyorum. Niye işsiz demiyoruz onlara, niye ev kızı demiyoruz? Bu anlamda homojenleştirme, genelleştirme, zaman zaman mitleştirme dediğimiz şey aslında gerçekliğin görünümünü bir miktar bulanıklaştırıyor ve net görmemize engel oluyor.

Ne eğitimde ne istihdamda diye tanımlamak; erkeklerin iş piyasasına geçerek, kadınların bir evden diğer eve geçişini sağlayarak aslında yeniden üretime muazzam bir katkı sağlıyor ve bütün buna ilişkin politikalara baktığımızda da hep “iş piyasası ne istiyor?” şeklinde bir yaklaşımla karşılaşıyoruz. Hayır, bu genç kadın niye işe gidemiyor, bu genç kadın neden eğitimde değil diye sormak gerekiyor. Bu genel yaklaşımda hep iş piyasası üzerinden tanımlama yapılıyor, burası bir sonuç gibi görülüyor. Halbuki burası bir neden; nedenlere bakmak gerekiyor. Ve buna ilişkin de buraları dönüştürecek, buranın aktörleriyle bir araya gelecek mekanizmalar kurulması gerekiyor. Bu mesele sadece aileye yıkılarak, sadece iş piyasasına yıkılarak çözülemez.

Ne eğitimde ne istihdamda olan gençlerin yanı sıra bugün Türkiye’de yüksek genç işsizliğini de ayrıca konuşmak gerekiyor. Özellikle de işgücü piyasasının nitelikli işgücüne duyduğu ihtiyaçtan söz ederken bugün Türkiye’de en yüksek genç işsizlik oranının yükseköğretim mezunu olan gençlerde olduğunu görüyoruz. Bu durum bir yandan gençleri “boşuna mı okuyoruz?” sorusuna iterken diğer yandan gençler iş beğenmemekle, konforuna düşkün olmakla suçlanabiliyor. Bu süreçte eğitimden istihdama geçiş aşamasında üniversiteye ya da eğitime duyulan güvenin azalması sonucu da doğabiliyor. Bu süreci gençler, üniversiteler ve eğitimin toplumsal hareketlilikteki yeri açısından nasıl yorumlarsınız?

Öncelikle Uluslararası Çalışma Örgütüne (ILO) göre bütün dünyada gençler, yetişkinlerden iki kat, üç kat, hatta bazen dört kat daha fazla işsiz olabiliyor. Uluslararası Çalışma Örgütü bunun nedenlerini sayarken gençlerin daha deneyimsiz olmalarına, örgütsüz olmalarına, nasıl bir iş yapmak istediklerine yönelik arayış içinde olmalarına değiniyor. Bir de tabii, iş piyasasında bütün Fordist dünyanın oluşturduğu ve özellikle kriz dönemlerinde “son giren ilk çıkar” gibi nedenlerle aslında genç işgücünün daha kırılgan, daha güçsüz ve ekonomik krizlerden ve değişimlerden daha kolay etkilendiğini söyleyebiliyoruz. Örneğin kıdem tazminatlarının olmayışı ve deneyimsiz oluşları işten çıkarılmalarını kolaylaştırıyor gibi açıklamalar, ILO’nun genç işsizliğine yönelik önceden beri getirdiği açıklamalardır.

Şimdi zaten bütün dünyada örgütlü emeğin gücü ve bu süreçteki etkisi azalıyor ama gençlerin hiç yok. Örgütlü mekanizmalar da buraya çok ilgisiz. Türkiye’de Devrimci İşçi Sendikası da dâhil olmak üzere bu mesele için özel bir girişimin varlığından söz edemiyoruz. Genç işsizler sendikası gibi ya da onların örgütlenmelerine ya da onların güçlenmesine yönelik bir çalışma yok gibi. Bu mekanizmalar daha çok iştekileri korumaya harcıyor enerjisini. Hatta işsiz gençler, sendikal örgütlülük anlamında baktığımızda ücretleri aşağı yönlü hareketlendiren riskli gruplar gibi görülüyor. Bu yapısal nedenlerle birlikte gençler daha fazla işsiz deniyor.

Eğitimlerinin yeterli olmaması, nitelikli eğitime sahip olmamaları gibi nedenler son yıllarda eklenmeye başlayan nedenler. Bunun önemli bir nedeni de sanıyorum 1950’lerle başlayan ve gittikçe artan, eğitimdeki kitleselleşme; yani bunu bir cebimize koymamız gerekiyor. 1960’larda, 1970’ler ve 1980’lerde bütün dünyada bunu görüyoruz. Bunu bütün dünyada, yükseköğretimin hem kurum sayısı olarak hem de yükseköğretime katılan nüfusun büyüklüğü olarak görüyoruz. Bu süreçte hem öğrenci sayılarının hem de yükseköğretim kurum sayılarının arttığını görüyoruz ve bu artışın da gerçekten gelişmekte olan dünya için çok dramatik olduğunu görüyoruz. Türkiye de bunlardan birisi. Türkiye’de de 1990’lardan sonra ama daha çok da 2004-2005’ten sonra eğitimin, özellikle de yükseköğretimin hızla kitleselleşmeye başladığını görüyoruz.

Kitleselleşmeyle birlikte yükseköğretim artık sahip olduğu imtiyazları kaybetmeye başlıyor. Birincisi, üniversite mezunlarının sayısal olarak artması, ikincisi de aslında hangi alanda olursa olsun kitleselleşme dediğimiz şeyin ayrıcalıklı eğitim kurumları yaratması bu süreçte etkili oluyor.

Bu kitleselleşmeyle birlikte yükseköğretim artık sahip olduğu imtiyazları kaybetmeye başlıyor. Daha öncesinde üniversite mezunu olarak iş piyasasında imtiyazlı pozisyonlar edinilebilirken artık bu çok da mümkün olmamaya başlıyor. Birincisi, üniversite mezunlarının sayısal olarak artması, ikincisi de aslında hangi alanda olursa olsun kitleselleşme dediğimiz şeyin ayrıcalıklı eğitim kurumları yaratması bu süreçte etkili oluyor. Daha öncesinde kriter, yalnızca üniversite mezunu olmak iken şimdi bu üniversiteler arasında ayrıcalıklı eğitim kurumlarından mezun olmak gerekmeye başlıyor. Kitleselleşmeyle birlikte eğitimin komodifikasyonu dediğimiz süreçte özelleştirilmesine tanıklığımız da artmaya başlıyor. Türkiye açısından baktığımızda da 2000’li yıllarda her ile bir üniversite politikasıyla başlıyor bu süreç ve evet; şu anda her ilde bir üniversite var gerçekten. Buna bağlı olarak da imtiyazlı okulların, imtiyazlı yükseköğretim kurumlarının sayısının artmaya başladığını görüyoruz. Eğitimin kitleselleşmesi ile eğitimde imtiyazlı kurumlar üretilmesi eş zamanlı gidiyor.

Sosyolojik analizlerde her zaman iş piyasasını da değerlendirmek gerekiyor diye düşünüyorum. Bu durumda büyük resme baktığımızda, eğitimin kitleselleşmesine bağlı olarak iş piyasasının polarize olduğunu görüyoruz. Bu polarizasyonda çok ama çok nitelikli işgücü isteyen küçük, küçücük bir alan var; orta düzey beceri gerektiren işler de otomasyona devrediliyor ve bu şekilde çok iyi-çok kötünün polarize olduğu bir durum ortaya çıkıyor. Yani imkânlar, işgücü piyasasında çok iyi niteliklere sahip olan, çok imtiyazlı eğitim kurumlarından mezun olan küçük bir kitle için sunuluyor. Bu küresel düzeyde de böyle gerçekleşiyor. Amerika’da, İngiltere’de ve küresel kapitalizmin genelinde böyle. Zaten geriye kalan kısmı da herkes yapabilir oluyor. Herkes yapabilir olduğunda o zaman da diyor ki sistem, sen iş beğenmiyorsun… Çünkü oranın özel üniversite, lise mezunu gibi eğitimsel beklentileri yok, daha kişiliğe bağlı beklentileri var. Mesela çalışkanlık, uzun süre çalışmak, uyumlu olmak, örgütlenmemek, ne iş olsa yapmak, orayı bir velinimet gibi görmek, emek-sermaye ilişkisinde kendini şanslı hissetmek gibi. Tüm bunlar da “neyse ki bu hayatta işim var benim” demeye zorluyor, şükret ve çalış diyor aslında. Diğer yandan da gençlere “iş beğenmiyor” diyorlar. Böyle bir iş piyasası yok ki. Bu da basitçe eğitimle iş piyasası arasındaki uyumsuzluk değil. Zaten uyumsuz olmasına göre şekilleniyor iş piyasası. Buna bağlı olarak da eğitimli gençlerin beklentileriyle piyasanın beklentilerinin arası gittikçe açılmaya başlıyor. Ve bu açılmada kimse bireysel deneyimi belirleyen iş piyasasına odaklanmıyor da gençlere odaklanıyor. Onlara sürekli olarak tavsiyeler veriyor; CV’ni nasıl parlatabilirsin, yeni yetkinlikler nedir, bu diploma yetmez diye sürekli olarak onları sorumlu kılıyor.

Gençlere “iş beğenmiyor” diyorlar. Böyle bir iş piyasası yok ki. Bu da basitçe eğitimle iş piyasası arasındaki uyumsuzluk değil. Zaten uyumsuz olmasına göre şekilleniyor iş piyasası. Buna bağlı olarak da eğitimli gençlerin beklentileriyle piyasanın beklentilerinin arası gittikçe açılmaya başlıyor.

Türkiye açısından önemli bir konu da şu aslında; Türkiye’de küçük istisnalar dışında yükseköğretim de dâhil olmak üzere eğitim kamusal bir iş olarak, kamunun bir sorumluluğu olarak görüldü. Bugün toplam öğrenci sayısını düşündüğümüzde de hâlâ özel ve vakıf eğitim kurumlarının payının çok düşük olduğunu söyleyebiliriz. Ama bu kamusal sorumluluktan da devlet kendini yavaş yavaş çekmeye başlıyor artık. Her ile bir devlet üniversitesi açmak bu sorumluluk çerçevesinde ama aslında bunu yaparken de motive edici unsur, o ili üniversiteyle geliştirmek olmuyor. Oradaki ili geliştirmek, üniversiteyi oranın içine oturtmak, orayı üniversitenin içine oturtmak gibi bir derdi yok. Gittikçe burada kamusal beklentisi ve kamusal yatırım da azalmaya başlıyor. Bu, kitleselleşen her şeyde böyle. Örneğin sağlıkta da. Böyle olmak zorunda değil ama böyle oluyor. Daha doğrusu özelleştirilmesi ya da burada ayrıcalıklı mekanizmaların kurulması tam da buranın kötüleşmesiyle mümkün oluyor. Sağlıkta da öyledir ya hani. Kamusal sağlık hizmetlerinin “kötü” olması gerekiyor ki özel sağlık hizmetleri gelsin. Kamusal yaşlı bakımı önce “kötü” hâle getiriliyor, sonra bakıyorsun özel bakım hizmetleri geliyor. Eğitimde de aynı şey oluyor. İşsizliğin artması, ücretlerin aşağı yönlü hareket ettirilmesi, her işi yapabilmek… Kamusaldan çekildiğinizde bu böyle olmaya başlıyor zaten. Her şehirde bir üniversite açtığımızda, burayı kitleselleştirdiğimizde, nitelik azalıyor. Bilgisayar olmayan üniversitede bilgisayar mühendisliği kurulabiliyor. Dolayısıyla bu kitleselleşmenin de aslında çok öngörüsüz yapıldığına tanık oluyoruz. Belki de şöyle bir öngörü mevcut: Eğitim aslında bir bekleme yeri. İşsizliği azaltıyorsunuz, erteliyorsunuz ve bu kitleyi gözetim altında tutuyorsunuz, o da önemli. Bir yere gidip getirtiyorsunuz, notlar, derse devamlılık vs. Öyle amaçları da var. Ama bence ürettiği en önemli şey özelleştirmeyi haklılaştırmak oldu.

Daha çok eğitim, daha çok eğitim… Ama “neden daha çok eğitim?” sorusunun cevabı yok. “Niye okuyorum o zaman?” diyor genç. Bu, birçok genç için gayet geçerli ve sorulabilir bir soru. Ama üniversiteler açılırken onların niteliğine, donanımına ve bunları planlayan mekanizmalara bakmak yerine gence bakmak daha kolay geliyor, çünkü o güçsüz. Güçsüzün üzerine gitmek daha kolay geliyor.

Şimdi orta sınıfları bir kuşak öncesiyle kıyasladığımızda, örneğin eskiden benim büyüdüğüm zamanda özel okula gitmek gibi bir şey aklımızdan geçmezdi. Ama şimdi gücü olan herkes burayı zorlamak istiyor. Çünkü sadece üniversite mezunu olmak yetmiyor, bir de bunun daha imtiyazlı kurumlardan olması arzu ediliyor. Onun için de ailenin buraya katkısı gittikçe artmaya başlıyor. Kamu üniversitesi olsa bile barınma sorunu, beslenmesi derken üniversitenin parasız olmasıyla iş bitmiyor. Ailenin cebinden çıkan harcamalar artmaya başlıyor. Burada ayrıcalıklı bir eğitim alma-aldırma gerekliliği ortaya çıkıyor. Tüm bunlar da bu sorunlardan genci sorumlu tutmayı kolaylaştırıyor. “Özel üniversite mezunusun ama iş beğenmiyorsun” diyor. Ya da “sen iyi bir eğitim almamışsın, bak iş piyasası seni beğenmiyor” diyor artık.   “Git bir dil öğren” diyor, “git şu programı öğren, git bir yüksek lisans yap” deniyor. Şu an Amerika’da doktoralı işsizliği konuşuluyor örneğin. Bizde de nüfusa oranı çok az olduğu için şu an böyle bir konu yok ama gittiği yer orası. Daha çok eğitim, daha çok eğitim… Ama “neden daha çok eğitim?” sorusunun cevabı yok. O zaman dediğine geliyor. “Niye okuyorum o zaman?” diyor genç. Bu, birçok genç için gayet geçerli ve sorulabilir bir soru. Ama üniversiteler açılırken onların niteliğine, donanımına ve bunları planlayan mekanizmalara bakmak yerine gence bakmak daha kolay geliyor, çünkü o güçsüz. Güçsüzün üzerine gitmek daha kolay geliyor.

Profesyonelleşmeye izin vermeyen, belki geleceği garanti altına alabilecek bir emeklilik sistemine izin vermeyen, kayıt dışı, düşük ücretli, uzun saat çalışmalı, yorucu, yaratıcı olmayan, çoğu durumda çalışma saatlerinin uzunluğuna bağlı olarak yaşıtlarıyla sosyal ilişkisi sınırlı, siyasal katılımı düşük, boş zamanı az oluyor gençlerin. Bütün bunların içinden dünyaya bakmak ve yaşamaya çalışmak hiç kolay bir şey değil diye düşünüyorum.

Bununla birlikte ben işsizliği bir miktar direnme kapasitesi olarak da görüyorum. Çalışan yoksullardan söz ettik; bu alanın işsizlikten çok daha riskli olduğunu ve çok da bakılmayan bir yer olduğunu düşünüyorum. Bu alan çok önemli çünkü hem çalışma hayatına giriyorsunuz hem de kendinizin bağımsızlığını sağlayamıyorsunuz. Özellikle orta sınıf, üniversite mezunu genç kadınlar örneğin tezgahtarlık da olsa bir yerden başlayayım diyor; AVM’lerde çalışıyor, sekreterlik yapıyor ama bu çalışmalarından elde ettikleri ücret onların bağımsızlaşmasına yetmiyor. Dolayısıyla bence burası umutsuzluğu, beklentisizliği ve öfkeyi daha çok besliyor. Çünkü birisinde her şeye rağmen bir kategorisin, işsiz bir kategorisin ama diğerinde kimsenin aslında görmediği bir yerdesin. Çalıştığın için şükretmen bekleniyor. Profesyonelleşmeye izin vermeyen, belki geleceği garanti altına alabilecek bir emeklilik sistemine izin vermeyen, kayıt dışı, düşük ücretli, uzun saat çalışmalı, yorucu, yaratıcı olmayan, çoğu durumda çalışma saatlerinin uzunluğuna bağlı olarak yaşıtlarıyla sosyal ilişkisi sınırlı, siyasal katılımı düşük, boş zamanı az oluyor gençlerin. Bütün bunların içinden dünyaya bakmak ve yaşamaya çalışmak hiç kolay bir şey değil diye düşünüyorum. Ben olaylara tersinden bakmayı seven bir insanım. Gençlerin %25’i işsiz dediğimizde örneğin, buna tersinden baktığımızda %75’i ne yapıyor diye de sormak lazım. Bir işte çalışan gençler nerede çalışıyor, ne iş yapıyorlar? Buraya bakmanın hem işsizliği anlamak için hem de buranın ne olacağı üzerine düşünmek için çok kıymetli olduğunu düşünüyorum.

İmtiyazlı üniversite kategorisi üniversite eğitimi açısından olumsuz bir şey. Ama ben şunu da çok önemli görüyorum. Ailesinin ilk üniversitede okuyan genç kadını olmanın o aileye, o kadına neler kattığını biliyorum, bunu görüyorum. Evet, kitleselleşme bir imtiyazlı pozisyon yaratarak kaybediyor ama ben hâlâ eğitimin kitleselleşmesinden yanayım. Bir kere, kadınlar için çok fark ediyor.

Öte yandan eğitimin kitleselleşmesi her zaman negatif sonuçlanacak diye bir şey yok; her koşulda eğitim süresi arttıkça katılım artıyor, bir ülkenin demokratikleşmesi gelişiyor, dünyada olup bitenlere ilişkin farkındalık artıyor, talepler artıyor, mobilite artıyor. Yani bu bahsettiğimiz imtiyazlı üniversite kategorisi üniversite eğitimi açısından olumsuz bir şey. Ama ben şunu da çok önemli görüyorum. Ailesinin ilk üniversitede okuyan genç kadını olmanın o aileye, o kadına neler kattığını biliyorum, bunu görüyorum. Evet, kitleselleşme bir imtiyazlı pozisyon yaratarak kaybediyor ama ben hâlâ eğitimin kitleselleşmesinden yanayım. Bir kere kadınlar için çok fark ediyor. Çalışma oranları çok az ama hangi kadın işgücüne katılıyor diye baktığımızda yükseköğretim mezunu genç kadınların %70’inden fazlasının katıldığını görüyoruz. Burada ücreti hâlâ artırma potansiyeli var. Hâlâ profesyonelleşme ya da yapılan işte ilerleme fırsatı var. Bütün sistemin bize dediği şeyin de ötesinde eğitim sadece iş piyasasıyla bağı kurulan bir şey değil; iş piyasası dışında kurduğumuz bağlar da çok önemli. Kendimize bir yer verebilmemiz, bir saygınlık kazabilmemiz, değer kurabilmemizin de ben çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Sizin de bahsettiğiniz gibi imtiyazlı yükseköğretim kurumlarında okuma ya da buralardan mezun olma gerekliliği, en başta ayrıcalıklı olmayı gerektiriyor ve bu durum toplumsal eşitsizliği de yeniden üretmeye yol açıyor. Öyleyse bugün eğitimin toplumsal hareketlilikteki, yani toplumsal sınıflar arası geçişteki rolü aşınıyor diyebilir miyiz?

Tabii ki. Aslında dünyada izlenen modele baktığımızda bu model; eğitim sürelerini, bütün yeniden üretimi ve daha önce konuştuğumuz tüm bu vatandaşlık meselesini meritokrasi kavramının üzerine oturtuyor. Toplumsal alandaki yerlerimizi, iş bölümlerimizi artık herkesin yeteneklerine göre belirleme iddiasıyla bunları yapıyor. Gerçekten toplumsal iş bölümünü yaparken anahtar belirleyiciliği eğitim üzerinden tanımlamaya çalışıyor. Şu kadar okuyana şunu diyeceğim, bu kadar okuyana bunu diyeceğim. Diplomalarla, yetkinlik belirlemelerle, iş piyasasındaki eşleme çalışmalarıyla aslında ben toplumsal olanı böyle yöneteceğim diyor. Toplumsal eşitsizliklere eğitim üzerinden eşitlik getireceğim diyor. Ama tabii ki bu konu en başından beri tartışılıyor. Örneğin bir yaklaşım; “eğitim sistemi, var olan eşitsizlikleri yeniden üretirken aslında hiç de sınıfsal bir şey yapmıyormuş gibi göstermeyi sağlar” diyor.

Bugün de gençlerle değerler üzerine ya da sorunlara ilişkin yapılan çalışmalara ve araştırmalara baktığımızda, gençler iyi bir iş bulabileceklerine inanmıyorlar. İyi bir eğitimi olsa dâhi bu durum böyle. Çünkü torpilin, kayırmacılığın belirleyici olduğu ve sürekli her gün bunun yeniden üretildiği bir yerde toplumsal iş bölümü liyakate bağlı olarak yapılmıyor. Zaten ulus devlet de bunun böyle yapılmadığını gördüğü için bu iddiasından vazgeçti. Belki hiçbir zaman da yoktu. Ama kendi özgün tarihimizi, Cumhuriyeti düşündüğümüzde evet, liyakate dayalı olabilmişti. Örneğin Köy Enstitüleriyle, devlet burslarıyla nitelikli eğitime erişimin artırılması ve buna bağlı olarak iyi eğitimlilerin devlette veya iş piyasasında önemli pozisyonlara gelebilmesi gibi. Dolayısıyla bir müddet meritokrasinin Türkiye’de işlediğini söyleyebiliriz aslında. Ama artık gençler buna inanmıyor ve bu sadece bir mit değil, gerçek. Belki de eğitim her zaman eşitsizliklerin yeniden üretilmesine katkı sağladı denebilir ama bugün gerçekte olan artık, iş bölümünün liyakate dayalı yapılmıyor ya da çok az yerde yapılıyor olması. Zaten dediğin gibi ayrıcalıklı kurumlardan eğitim alabilmek en baştan ayrıcalıklı olmayı gerektiriyor. Ailenin sosyoekonomisine çok bağımlı olduklarından aslında ailenin durumu neyse yeniden üretimin koşullarını da aile belirliyor, çünkü devlet bunu belirleyebilme gücünü kaybetmiş vaziyette.

Türkiye’den devam edecek olursak; bugün Türkiye’de açık öğretimin giderek yaygınlaştığını görüyoruz. Ortaokul, lise ve üniversitede açık öğretimde okuyan gençlerin sayısı giderek artıyor. Açık öğretim bazen sınavlara hazırlanmak için gençlerin tercih edebildiği bir seçenek olurken bazen de ekonomik ve toplumsal engeller nedeniyle gençler için zorunlu hâle gelebiliyor. Gençlerin toplumdaki konumu ve aslında genç olma halini etkileyen en önemli unsurlardan birinin eğitim olduğu düşünüldüğünde Türkiye’de açık öğretiminin giderek yaygınlaşmasını, nedenleri ve sonuçlarıyla nasıl değerlendirmeliyiz?

Cevap vermesi o kadar zor bir soru ki bu, her kademede ayrı bakılması gerekiyor. Ortaokul için, lise için ve sonrasında da ön lisans ve lisans için hepsine ayrı ayrı bakmak gerekiyor. Özellikle de toplumsal cinsiyet duyarlılığıyla ve önceliğiyle bakmanın anahtar olması gerektiğini düşünüyorum.

Gerçekten çeşitli nedenler olabilir. Ekonomik nedenler, sağlık nedenleri veya çok daha basit diyebileceğimiz nedenler de olabilir. Örneğin ben okul terkleri üzerine çalışma yaparken bir delikanlı, öğretmeni sınıfın içinde tokat atmış ve bunu yedirememiş kendine. Bunun gibi bireysel nedenler de olabilir. İnsanlar eğitimden çekildiklerinde hangi nedenlerle olursa olsun yeniden başlamalarını olanaklı sunacak sistemleri çok önemsiyorum. Bunu kadınlar için özellikle önemsiyorum. Mesela bizim burada çay ocağında çalışan arkadaşımız burada çalışırken liseyi bitirdi. Bu bir kadın olarak ona çok iyi gelen bir şey. Kendine güveni geliyor, kızıyla veya oğluyla birlikte yaşadığı bu tür deneyimleri olabiliyor. Genç erkekler için de örneğin askerlikteki pozisyonları için önemli olabiliyor. Erkeklerin birbirlerine aktardıkları deneyimlerden yola çıkarak askerde er olmaktansa en azından önlisans mezunu olmak önemli oluyor. Veya benzer şekilde güvenlik görevlisi olabilmek için ya da şık bir AVM’de çalışabilmek için okuması gerektiğini biliyor. Dolayısıyla açık öğretimin bütün yeniden dönüşlere olanak sağlaması, bir yandan çalışırken bir yandan eğitime devam etmek isteyenlere olanak sağlaması veya yaşamın belirli alanlarında başlarına gelmiş bir şeyin kadere dönüşmemesi için ve çok liberal bir yerden bakacak olursak da yaşam boyu eğitim için, -ki bu da bence liberal bir haktır- tüm bunlarla düşündüğümde mutlaka olması gerektiğini düşünüyorum.

Bir genç kadının açık liseye gitme nedeni, köydeki okulun kapanması ve ilçedeki okula taşımalı araçla gitmesine ailesinin izin vermemesi olabilir.

Öte yandan her kademe için bakarken bunun genç kadınlara ne ürettiğinin, hangi sebeplerle, hangi kadınlara ne ürettiğinin iyi izlenmesi gerekiyor. Bir genç kadının açık liseye gitme nedeni, köydeki okulun kapanması ve ilçedeki okula taşımalı araçla gitmesine ailesinin izin vermemesi olabilir. Bu durumda o genç kadın için son şansı elinden almış oluyorsun. Hayata katılabilme, eğitimde kalıp ilerleyebilme, sosyal ilişkiler kurma, görme, öğrenme, hayal etme, isteme; bütün bunları elinden alıyorsun ve sadece evlenmek isteyen, bütün hayali bu olan, bütün varlığını bunun üzerinden kuran bir genç kadın üretiyorsun. Ona ne diyeceksin ki, haklı değil mi o da? Okula gidemiyorsa ne yapsın? Belki o da kendi ailesini kurmak istiyor, belki orada bir özgürlük alanı yaratabilirim kendime diye hayal ediyor. Kendini yetişkin kategoriye atmak istiyor. Bunların hepsine baktığımızda kategorik olarak açık öğretime karşı değilim. Ama bunun her kademede ayrı değerlendirilmesi ve açık lise veya üniversite okuma gerekçelerinin iyi takip edilmesinden yanayım.

Bunların hiçbirisinin, en temelde toplumsal cinsiyet eşitsizliğine yol açmayacak şekilde olması gerekiyor. Genç erkekler için de açık öğretimde okumak ve özellikle de hem çalışıp hem okumak, sınıfsal olarak yukarı doğru hareketlilik şansını kaybettiriyor ve öte yandan “maço” erkekliğin de yeniden üretimine sebebiyet veriyor aslında. Genç kadınlar için de açık öğretimde okumalarının asıl nedenlerinin anlaşılması ve buranın izlenmesi gerekiyor.

Bir de COVID-19 salgını bize bazı şeylerin olabileceğini, bazı şeylerin olamayacağını gösterdi, bazı şeyleri hızlandırdı. Örgün eğitimin sağladığı koşullardan mahrum kalındığı zaman bu alanların eksikliğinin nasıl giderilebileceğine ilişkin kafa yorulduğunda ben açık öğretimin geliştirilebilecek bir alan olduğunu düşünüyorum ama şu haliyle kademe çok önemli. Üniversite düzeyi veya lise sonrası farklı değerlendirilebilir ama zorunlu eğitimde açık öğretimin dikkatle yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini, çok dikkatli olunması gerektiğini ve buradaki amacın gerçekten ne olduğunun bilinmesi gerektiğini düşünüyorum.

Hocam burada açık öğretimi sizin de değindiğiniz yerden, okulun aslında hayatı görmeyi sağladığı, ufku genişlettiği, hayalleri şekillendirdiği yerden ele alacak olursak açık öğretim, okulun kıymetsizleştirilmesi, değersizleştirilmesi riskini de doğuruyor. Başta kız çocukları ve genç kadınlar olmak üzere tüm çocuk ve gençlerin okula gitmesi; evde okumalarına kıyasla geleceklerine çok farklı etkileri olan şeyler, öyle değil mi?

O çok kıymetli bir şey. Sabah kalkmak. İşsizlikle ilgili yapılan çalışmalar da onu gösterir zaten. Öbür türlü zamanın oryantasyonu ve motivasyonun bozulur. COVID-19 döneminde de gençlerin ve özellikle genç kadınların deneyimleri bunu gösterdi. Sabah kalkmak hepimiz için öyle; biz de bunu gördük.

Çalışma, okul, ev; mekanlar birbirinden ayrıldı, bir daha birleşemez diye bir şey yok. Modern öncesi dönemde öyleydi. Ev hem üretim hem tüketimin yeriydi ama onun üzerinden çok farklı mekanizmalar gelişti. Evden çıkmak, bir genç kadının dediği gibi hafif makyaj yapmak, okula gitmek, günaydınlaşmak, arkadaşlarla kantinde bir çay içmek… Bunlar o kadar kıymetli ki. Okulda eğitim sadece sınıf demek değil. Hem genç kadınlar hem genç erkekler için bu böyle. Açık öğretimin amacı gerçekten ikinci şans ise değerlendirilebilir ama ona rağmen geliştirilmesi, zenginleştirilmesi gerekiyor. Özellikle sınıf ortamının bu bahsettiğimiz koşulları sağlayamadığı yerde eksiklerinin nasıl giderileceği konusunun çözülmesi gerekiyor. Örneğin yerel yönetimler, bakanlıklar genç dostu ortamları, gençlerin kendi varlıklarını rahat ifade edebilecekleri alanları açabilir. Yoksa halk eğitimi, biçki, dikiş kursuyla çözülemez bu sorun.

Hocam son olarak demografik fırsat penceresiyle ilgili düşüncelerinizi almak istiyorum. Türkiye demografik geçişini tamamlamış bir ülke olarak 15-24 yaş genç nüfusun AB ülkeleri arasında en yüksek oranda olduğu ülke olmaya devam ediyor. Ancak demografik fırsat penceresi olarak tanımlanan bu durumun sonuna gelindiğini biliyoruz. Türkiye kapanmakta olan bu fırsat penceresini gerçekten bir fırsat olarak kullanabildi mi, bu konuda neler söylersiniz?

Hangi yaş kategorisi olursa olsun nüfusa oranı %15 ve üzerinde olduğunda o yaş kategorisi genel popülasyonun karakterini belirler. Yani 65 yaş üstü nüfusun oranı %15’in üzerine çıkarsa o topluma artık gri toplum deriz. 15-24 yaş arası %15’in üzerinde olduğunda da genç toplum deriz. Evet, Türkiye bu sınıflamada hâlâ genç ve Avrupa’nın en genç nüfusuna sahip ülkesi. Önümüzdeki yıllarda, belki 2050’ye kadar oransal azalmayı göreceğiz ama sayısal olarak baktığımızda hâlâ büyük bir nüfus olacak.

Peki Türkiye, bunu bir fırsat olarak kullanabildi mi? Hayır; zaten öyle kullanabilmiş olsaydı bu kadar sorunlar yumağıyla ilgili konuşmazdık. Demografiyle ilişki ya umut ve iyimserlik ya da bir tehdit kaydıyla kuruluyor aslında. Türkiye’de genç nüfusun en yüksek oranda olduğu yıl 2007’de galiba %17,4 ve bu durum 2024’te bitiyor artık, %15’in altına iniyor. Sayısal olarak 80 milyonluk ülkeden bahsettiğimiz için tabii küçük bir nüfusa karşılık gelmiyor ama hayır, fırsat olarak kullanılamadı.

Türkiye fırsat penceresini kullanabildi mi, hayır. Ama eğitimin kitleselleşmesinin her şeyden önce kadınlar için önemli olduğunu da teslim etmek gerekiyor.

Bununla birlikte birkaç şeyin hakkını teslim etmek gerekiyor. Bunlardan bir tanesi eğitimin kitleselleşmesi. Daha önce konuştuğumuz gibi, eğitimin kitleselleşmesi her zaman negatif sonuçlanmak zorunda değil. Aslında eğitimi değersizleştirmek tam da iş piyasasının istediği sonuç. Bunun üzerinden ücretleri aşağıya çekebiliyor. Dolayısıyla buraya yenilmemek gerekiyor. Niteliksiz kurumların çok olduğunun farkındayım ama yine de aslında buranın nitelikli hâle gelebilmesi, var olmasıyla mümkün. Birçok nedenle başka şehirlere gidemeyen, toplumsal cinsiyet eşitsizliği nedeniyle veya ekonomik nedenlerle üniversiteye gönderilmeyen birçok genç var. O yüzden eğitimin kitleselleşmesinin hâlâ kıymetli olduğunu, eğitimin yaygınlaşmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Eğitimin yalnızca iş piyasasıyla değil, diğer çıktılarla olan ilişkisi görülmeli. Eğitimi sadece iş piyasası için görmemeliyiz. Orası kıymetsiz mi, kıymetli tabii ki. Para kazanmak böyle bir dünyada çok önemli. Ama ben tüm bunlara rağmen kitleselleşmeden yanayım. Sonrasında oranın içinden bir şeyler üretilebilir gibi geliyor bana. Ve özellikle kadınlar için daha iyi olan, ikinci bir yol göremiyorum. Bu nedenle, Türkiye fırsat penceresini kullanabildi mi, hayır. Ama eğitimin kitleselleşmesinin her şeyden önce kadınlar için önemli olduğunu da teslim etmek gerekiyor.