Prof. Dr. Ferhunde Öktem ile Düşünme Becerileri ve Oyun Üzerine
Bu dosya konumuzda Hacettepe Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı öğretim üyeliği, Türkiye Zeka Vakfı Kurucu Üyeliği, Türk Psikologlar Derneği Etik Kurul Başkanlığı gibi önemli görevlerle psikoloji ve eğitim alanında önemli çalışmalara imza atan Prof. Dr. Ferhunde Öktem ile düşünme becerileri ve oyun konusunda görüştük. Çocukların düşünce becerilerinin gelişiminden aile içi iletişime, ailede ve okulda disiplinden oyuna kadar pek çok konuyu ele aldık. Farkındalık yaratmasını umduğumuz görüşmemizi paylaşmaktan mutluluk duyarız.
1. Genel bir çerçevede değerlendirirsek, ilkokula gelene kadar bir çocuğun düşünme becerilerinde nasıl bir gelişim gözlemliyoruz?
Bir çocukla yaşamaya başlamak müthiş bir serüvendir: Sürekli keşiflerin, sürprizlerin, merak ve kaygıların, sıcaklık ve doyumsuz sevgilerin, sonsuz emeğin yaşandığı bir yolculuktur. Bu yolculuğa yapılan yatırım, çocuk sahibi olma kararından bile çok önce başlamalıdır. Büyüme ve gelişimin dört ana dalda olduğunu vurgularız hep: Bedensel, ruhsal, bilişsel ve toplumsal. Aslında çocukla yaşamaya başlanıldığında anne ve babanın da kendilerini bu alanlarda hazırlaması gerekmektedir. Çocuğun düşünme becerileri de bu alanların katkı ve paylaşımlarıyla gelişir. Zihinsel gelişim konusunda en yol gösterici bilim insanı Jean Piaget’dir. Farklı gelişim evrelerinde farklı düşünme becerilerinden söz eder. Bunların bir düzen içinde geliştiği ve birbirinden nitelik olarak da farklı olduklarını belirtir. Piaget aslında kendi kuramını çocuklarını gözlemleyerek geliştirmiştir. Bugün de bazı eleştiriler olmasına, kuramı etkileyecek boyutta olmayan değişiklikler yapılmasına karşın önemini korumaktadır.
Bebekler aslında büyük bir donanımla dünyaya gelirler ve yaşadıklarını kaydetmeye ve sınamaya başlarlar. 0-2 yaş arası olan bu evreye “Duyusal Devinim Dönemi” denir. İlk günler refleksler ve koku ve tat alma gibi duyular daha etkindir. Görme, dokunma, işitme hızla yaşama etkin biçimde katılır. Anneler bu dönemde sezgisel olarak bebekleriyle oyun oynamaya başlar. Bebeğine söylediği ninnilerle, okşamalarla, sıcacık bakışlarla tüm gelişime ne denli katkıda bulunduklarının ayırdında olmalılar. Üç dört aylık bebeklerin kendi bedenlerinin farkına vardıklarında “Tel Sarar” oyunu başka ülkelerde başka isimlerde ama benzer biçimlerde oynanır. “Fış fış kayıkçı” oturma ve beden devinimi, “Ce e” oyunu 6. Aylarda nesne sürekliliği kazanımı için gözlemler sonucu oluşturulmuş hazinelerdir. Sözcükler, nesnelerin yerini aldığında yaşanan bir devrimdir.
II. ana evre İşlem Öncesi Düşünce (2-7 yaş) olarak anılır. Çok renkli, çok keyifli bir dönemdir. Bu dönemde “büyüsel düşünce” başattır. Her şey olabilir, cansız nesneler canlı niteliği taşıyabilir, düşüncede kural yoktur, benmerkezli düşünce başattır. Oyun en önemli etkinliktir. Piaget oyunu bir laboratuvar olarak görür.
Sonraki evre Somut İşlemler Dönemidir (7-11 Yaş). Düşünceleri artık bir sistem içinde berraklaşır. Çocuk benmerkezcilikten, görecelilik dönemine geçer. İlişkiler önem kazanır. Aynı anda bir problemin iki ya da daha çok yönünü işleme yeteneğini kazanmıştır.
Soyut İşlemler Dönemi 11-14 yaş dolaylarında gelişir. Ergenlik döneminde artık düşüncenin en gelişmiş biçimine sahiptir. Piaget’e göre bu dönemdeki değişim, vitrin değiştirmeden başka bir şey değildir.
Önceleri çocukların bu evreleri geçirmeleri sırasında dış uyarıcıların önemi bu denli fark edilmemişti ya da 12 yaşında bile büyüsel düşüncenin oluşabileceği beklenmiyordu. Oysa sağlıklı bir eğitim ve yaklaşım olmadan bu düşünsel olgunlaşma ve aşamaların oluşamayacağı bugün büyük önem kazanmıştır. Örneğin; 2-4 yaş arasındaki evrede büyüsel düşüncenin başat olduğunu söylemiştik. Erişkin bir kişinin “Şeytan kulağına kurşun” deyip vurmak için tahta araması, türbelere çaput bağlaması süregiden büyüsel düşüncenin göstergeleridir.
Ülkemiz eğitim sistemine, müfredat programlarına baktığımızda, gelişim basamaklarına uygun yaklaşımlarımızın, yeterli farkındalığımızın olduğunu söylemek zor.
2. Toplumda çocukların gelişimini özellikle zeka ve düşünce gelişimi üzerinden ele alma eğiliminin baskınlaştığını söyleyebiliriz. Bu noktada çocuğun bütünsel gelişimi ne anlama geliyor, çocuğun gelişimine nasıl bütüncül yaklaşabiliriz?
Yukarıda söz ettiğimiz gibi, sağlıklı bir gelişimde bu dört ana dalın – bedensel, ruhsal, bilişsel ve toplumsal- birlikte ele alınması gerekmektedir. Örneğin, bebeğin kas iskelet sistemi gelişince çocuk ayağa kalkar ve bu, diğer alanlardaki gelişimi tetikler. Merak duygusu gelişmeye başlar, ulaşabildiği yerlere gider, çekmeceleri karıştırır. Bu zeka gelişimine önemli bir katkı sağlar. Aynı zamanda anneden ayrışmaya başladığı için birey olduğunu fark eder. Buna ruhsal olarak ayrışma/bireyselleşme dönemi diyoruz. Çocuk toplumsallaşmaya başlıyor; başkalarıyla ilişki kuruyor, onlara gidiyor veya onlardan kaçıyor. Bir tek kas iskelet sisteminin gelişmesi bile, bütün alanları etkileyen bir etmen olmaktadır. O zaman bunun tersi de söz konusu olabiliyor. Ben çocuğun bir alandaki gelişimini durdurursam, önemsemezsem, geliştirmezsem diğer alanlardaki gelişimini de olumsuz etkiliyorum demektir.
Aileler, yanlış olarak, “Aman çocuğumuzun zekası iyi gelişsin.” ya da “Benim çocuğum üstün zekalı.” diye düşündüklerinden ötürü, bütüncül gelişimi bir kenara itip, çocukların sadece zihinsel gelişimi üzerine odaklanıyor. Buradaki yanlışlığa bağlı olarak çocukların zihinsel gelişimi keyifli gitmiyor; yapabileceğini bile çok yapamayan, tüm enerjisini bir alana toplayan mutsuz insanlar yetişiyor. Ben bunu dört ana dalı olan görkemli bir ağaca benzetirim. Bu dalları eşit geliştirirsek, dallar birbirini besler, dayanak olur. Yalnız birini geliştirirseniz o ağaç çarpık olur ve bu dal kırılmalara daha yatkındır.
Oyun, özellikle küçük çocuklar için bu dalların tümünün gelişmesine katkıda bulunan en güçlü araçtır. Oyun önerisini getirdiğimde aileler “Benim çocuğum oyun oynamaz.” dediklerinde çok mutsuz oluyorum. Oysa Türkçe’de çok güzel bir söz vardır: “Oynamayan tay at olmaz”. Örneğin; okuma yazmayı sökmüş 4 yaş 7 aylık bir çocuk vardı ama sayılar onda takıntı haline gelmiş, hayatı paramparça olmuştu. Coşku ya da eğlence yoktu. Çocuklara bir insan resmi çizdiririz; genelde kendilerini anlatır. Çizdiği resme koyduğu isim “Amaç Yüksel”… Babası bu çocuğu ODTÜ Bilişim Kongresi’ndeki konuşmama getirmişti; işte bu çocuk istismarıdır. Bu çocuğun zekasını asla sağlıklı olarak kullanamayacağı açıktır.
3. Siz çocuklarla çalışırken oyun terapisini tercih ettiğinizi dile getiriyorsunuz. Öncelikle oyunun düşünme becerileri, dolayısıyla çocuğun sağlıklı bir benlik geliştirebilmesi açısından nasıl bir önemi var?
Çocuğun ana dili oyun. Oyuncaklar da bunun sözcükleri. Çocuğu oynatmadan oyuncağa boğmanın ise hiçbir anlamı yok. Her gün yeni bir oyuncak varken çocuk oynayamıyor. Bir oyuncağın işlevinin ne olduğunu, onunla ne yapabileceğini düşünmeye fırsatı olmuyor. Ya da robot gibi sadece yürüyen oyuncakların başka bir işlevi yoktur. Takılıp sökülebilen oyuncaklar, çocuğun o oyuncağı anlamasına ve zihinsel süreçlerine katkı sağlar, yaratıcılığını destekler. Örneğin lego alan aileler çocukların oyuncağın üstündeki modeli yapmasını ister, ancak bu sadece ilk aşamadır. Esas istediğimiz, kendi modelini geliştirebilmesidir. Farklı oyunların ve oyuncakların farklı işlevleri var. Çocuk oyun aracılığıyla sorunlarını dile getirir, çözümün de ipuçlarını verir; kendini ve başkalarını tanır; yaratıcılığını, becerilerini geliştirir; başkalarıyla birlikte olmanın yollarını öğrenir: bazen bir dev bazen bir mikrop olabilir ama güç hep onun elindedir; yeteneklerini sınar.
Esinlendiğim iki kavram var: “sayıların efendisi olmak” ve “sözcüklerin efendisi olmak”. Türkiye’de çocuklar neden matematikten nefret ediyor? Çünkü matematiğin efendisi değiller! Sayılarla oynamayı bilmiyorlar. Ortaokul çocuklarına “Bana hızlıca 10’a tamamlayan tek haneli sayıları söyleyin.” diyorum, yarım saat düşünüyorlar. Bunu tabii ki ezberlemesin ama başka bir çocukla yapıldığında bu bir keyif ve oyundur. Böylece sayıların efendisi olursunuz.
Sözcüklerin efendisi de olamıyoruz. Üst ekonomik düzeydeki ailelerin, Rus, Tay veya Endonezyalı bakıcıları olan çocukları geliyor. Bakıcı gittiğinde çocuk anneyle iletişim kuramıyor çünkü anne Rusça bilmiyor, çocuk da Türkçe bilmiyor. Kara mizah gibi geliyor ancak o kadar çok ki… Bu bir yarış şimdilerde. Neden ana dil diye ısrar ediyoruz? Çünkü anadili konuşurken düşünmeyi öğrenirsiniz ve aynı zamanda sıcaklığı da aktarırsınız. Örneğin annelerin çocuklarına hitaplarına bayılırız. Askerleri uğurlarken “Ayağına taş değmesin.”, “Gözümün nuru!” diyorlar. Bunu yabancı dilde söyleyemezsiniz ya da bu sıcaklık olmaz. Çocuk anlamını bilmese de, onun sıcaklığını alır ve kendini özel hisseder.
Bugünkü gençler duygularını ifade etmek için “Oha falan oldum.” diyor, karşısındaki de “Oha falan oldum.” dendiğinde kendi neyi kastediyorsa onu anladığını sanıyor. Çocukların ve gençlerin duygu tanımlamalarında kullandıkları sözcükler, en az yarı yarıya düşmüş durumda; Ne kendilerini anlayabiliyorlar ne de karşısındakini anlayabiliyorlar. Bu denli öfkeli ve kırıcı olmamızın bir nedeni de anlayamamak ve anlaşılamamak.
4. Eğitim sistemi oyun ve çocuk ilişkisini nasıl kurguluyor? Var olan kurguyu dönüştürmek nasıl mümkün olabilir?
Böyle bir kurgu yok. Türkiye’de bunu yapabilen çok ender yer vardır. Hatta tam tersi; “Oyun oynatmıyorum, beden dersi yerine hep matematik yaptırıyorum.” diyenler var. Oysa bu yaklaşım öğretmenin cahilliğini gösterir. Müziğin içinde müthiş bir matematik vardır; ritmi, temposu vardır. Yaşamdan arındırılarak matematik olmaz. Zekâ Vakfı’nda da hep konuşuruz; idealim fizik kurallarını sihirbazlık gösterileriyle anlattırabilmek. Düşünsenize o çocuk için ne kadar keyifli olur ve bunu unutması mümkün olmaz.
Kabaca üç tür zekadan söz edebiliyoruz; analitik (konuşma, öğrenme, okuma), evirgen zeka (pratik) ve yaratıcı zeka. Ben öğrendiklerimi ne kadar uygulayabilirsem ona o kadar egemen olurum ve onun başka türlü nasıl olabileceğini düşünebilirim. Aslında deney de bir oyundur ama bunu öğretmen yapar, çocuk uzaktan izler. Eh, bunu videodan da öğrenebilirdi o zaman! Fakat bu şekilde bir işe yaramıyor. Ona dokunacak, duyu bütünlemeyle ve yaparak öğrenecek.
Amerika’da Silikon Vadisinde Waldorf okulları sistemi var; aynı bizim Köy Enstitüleri ama daha küçük yaşlar için. Uygulamalar oldukça benzer. Yıllık maaşlarımız bile aylık tutarını karşılamaz. Oyun oynuyorlar, tohum ekip bitkilerin büyüyüşünü gözlemliyorlar, belki laboratuvarda tohumu inceliyorlar, farklı tohumları karşılaştırıyorlar, tohumların farklı ortamlarda büyüme hızlarını ve biçimlerini gözlemliyorlar. Aslında baktığımızda müthiş bir bilimsel süreç. İşte bunun her anı ve her aşaması planlandığında, hangi felsefe doğrultusunda yapıldığı bilindiğinde, bu yaklaşım eğitim oluyor. Bizde bunun benzerleri açıldı ama altyapı ve disiplin olmadığından, bu okullar işlemedi. Çünkü kuralları veriş biçiminiz bilimsel bir altyapıya dayanmıyor.
Oyunla üretilenler ve öğretilenler çocuklarda kalıcı oluyor. Beynimiz kötü anıları silmeye programlıdır çünkü hayatta kalmamız lazım. Sen dersin başına “Allah kahretsin yine bununla uğraşacağım!” diye oturursan, beynin bu öğrendiklerine kötü anı muamelesi yapar ve siler. Fakat keyifli öğrenirsen kalıcı olur. Küçük yaşta da çok düşünürdüm bunu; ezberlemem gereken bir şey varsa mutlaka oyun oynayarak ezberlerdim. Yurtdışında da alfabeyi şarkıyla ezberletirler, biz de böyle bir şey yapılması için çok uğraştık. TRT çocuk yayınlarındayken sevgili Tekin Özertem çok güzel bir alfabe şarkısı yaptı ama bir kişi merak edip de bu şarkıyı kullanmadı. Çarpım tablosu için de şarkılar var, onları da kullanmıyorlar.
Bir dönemin eğitim bakanı, “Korkmayın öğrenmeyecekler, sadece ezberleyecekler.” dedi. Aslında esas korkulacak olan anlamadan ezberlenmesi… Ezberin yeri yok mu, kuşkusuz çok. İnsanların artık düşünmediklerine yönelik örnekler çoğaldıkça içim yanıyor. Çünkü neyin nerede kullanılacağını düşünmediğimiz zaman çok saçma uygulamalar karşımıza çıkıyor. Ezberle öğrenme arasındaki fark nasıl silinip atılabilir? Çocuklara “Çarpım tablosunu ezberledin mi?” diye soruyorum; öğretmenleri “Ezberlemeyeceksiniz, öğreneceksiniz!” diyormuş. Çarpım tablosunun nesi öğrenilebilir anlayamıyorum… Bir kez çarpmanın ne anlama geldiğini anlatırsınız, öğrenir. Her seferinde çarpım tablosunu keşfetmeye gerek yok. Fakat ondalık sistemle yapılan bir işlemi, beşlik sistemde nasıl yapabileceğimizi öğrenebilirsiniz. Bu bir oyuna döner ve sayıların efendisi olursunuz. O zaman dijitali de, kodlamayı da çok daha iyi anlar çocuk.
Bir arkadaşım Finlandiya’dan döndükten sonra üçüncü sınıf öğrencilerinin bölme öğrendiklerini şaşırarak anlatmıştı. Benden tepki gelmeyince “Bildiğin bölme öğreniyorlar.” dedi. Aslında “bildiğin bölme” 3.sınıf düzeyidir. Bizde birinci sınıfta öğretildiğinden, bu ezber oluyor, seneye unutuluyor ve bir daha öğretiliyor. Keyifsiz ve niye yapıldığı anlaşılmadan geçen bir eğitim süresi…
Örneğin kendi çocukluğumda da yeni okula başlayan her çocuğa abaküs alınırdı, ancak halen abaküs öğretebilen bir öğretmen yoktur. Abaküsle sayarsınız, sonra onların telini çıkarır boncuk diye oynarsınız. Abaküsü oyunla öğrenmek için kullanmazdınız. O, 5 sıralı boncuklarla ne inanılmaz hesaplamalar yapabileceği öğretilmez.
Ayrıca tekerlemeler de kalktı. Eğitimde çocuklara tekerleme öğretilmiyor artık. Duyu bütünleme ve ergoterapi diye iki ana bölüm açıldı. Çocukları oraya gönderiyoruz. Haftada 1 gün 1 saat terapiye gidiyorlar. Eskiden ip atlarken bir tekerlemeniz, top oynarken başka bir tekerlemeniz olurdu. Beş duyunuzu harekete geçirir, eşgüdümlü bir biçimde kullanırdınız. Şarkılarımız, marşlarımız vardı. Şimdi çocukların hiçbiri bunları bilmiyor. Oysa duyu bütünleme dediğimiz şey, tam da bu. Aynı etkinliğin içinde tüm duyular kullanılıyor; oranın kokusunu alıyorum, etraftakileri duyuyorum, bedenimin hareketini anlıyorum. Bizim o zaman sürekli yaptığımız şeyi, şimdi haftada 1 gün 1 saat yapıyor çocuklar.
Oysaki artık CEO’lar bile toplantılarını yürüyerek yapmaya başladı. Çünkü masa başındayken yaratıcılık azalıyor. Yürürken hem kolay, hem de daha yaratıcı çözümler üretebiliyorlar.
5. Türkiye’de aile yapısı ve bağları oldukça güçlü. Fakat bazen bu ilişkiler bireyselleşmenin önünde bir dezavantaj oluşturabiliyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Oyunu nasıl savunuyorsam, öz disiplini de o kadar savunuyorum. Çocukların sınırlarla tanışması gerekiyor. Sınır koyma bizim ülkemizde sağlıklı yapılmıyor. Bir kural konduğunda onun altındaki felsefeyi veya nedeni anlatırsanız; bu çok güzel. Ama çocuk buna uymazsa ve “Uymazsa uymasın!” denirse, onun altındaki felsefe çiğnenmiş oluyor. Türkiye’deki en büyük sorunlardan biri, çocuklara sağlıklı sınır konmaması. Bunun çok çeşitli nedenleri var. Sağlıklı sınırların olmaması, sağlıklı ilişkilerin de olmamasına neden oluyor. Çocukların bireyselliği kayboluyormuş gibi bir dış görünüm varsa da, iç görünümde çocukların ne yapacaklarını bilmeden tek başlarına yaşaması gibi de bir durum söz konusu. Yirmi sene önce yüksek lisans öğrencilerime “24 saat evinizin ses kaydını alın, aile sırlarınızı silip getirin. Bakalım evde ne konuşuluyor.” dedim. Yirmi sene önce evlerde iyi ya da kötü bir etkileşim olduğunu görüyordunuz, 10 yıl sonra tekrar bu uygulamayı yaptırdığımda bomboş kasetler geldi. Hiç etkileşim yok, herkes kendi odasında. Arada kapı sesleri ve mutfak tıngırtıları geliyor. Herkes için çok çarpıcı oldu. Etkileşim varmış gibi yapıyoruz ama aslında yok. Çocukların bireyselliğinin kaybolması aile baskısından değil; çocukların birey olmasını destekleyecek yapının ortadan kalkmasından kaynaklı.
Çocuklara “Şu misafir gelsin mi?”, “Onu sevdin mi?” gibi sorulmaması gereken soruları soruyor, “Şimdi ne yapmak istersin?” , “Hangi kazağı giymek istersin?” gibi sorulması gereken soruları ise sormuyoruz. Bunlar farkındalık yaratan sorulardır. Bireyselleşme doğrudan olmaz; emek verilmesi gerekir. Çocuğun kendi özelliklerini, yapabileceklerini ve yapamayacaklarını, sevip sevmediklerini bilmesi gerekiyor. Ondan sonra birey oluyor. Bu alt yapı olmadan “Hadi sen bireysin.” dendiğinde, isteğini bile erteleyemeyen kişiler ortaya çıkıyor.
Marshmallow deneyi, benim öğrenciliğimde başladı. Sonuçlarını merakla bekliyorduk. Görüldü ki kendini denetleyen çocuklar, özdenetim kazanmış çocuklar. Bu kişiler daha iyi işlerde çalışıyor, daha iyi sorun çözüyor, ruhsal sorunları çok daha az oluyor, beyin gelişimlerinin daha iyi olduğu görülüyor. Farkındalık, kendini tanıma, yetersiz ya da kötü taraflarını geliştirilme veya değiştirilmeye çalışılması, yani bir birey olabilmek için emek verilmesi gerekiyor. Biz sipariş etmeye çalışınca, bu iş olmuyor. Biz de televizyondan veya oyunlardan özdeşim yaptığımız için, özdeşim de kötü.
6. Çocukların bireysel özgünlüklerini koruması ile düşüncenin bilgi ile harmanlanıp olumlu çıktılar üretmek üzere disipline edilmesi, bazen çelişen iki uç olarak görülebiliyor. Sizce bu ikisinin bir bütünün iki yüzü olması nasıl açımlanabilir?
Türkiye’de disipline alışık değiliz. Gördüğüm çocukların babaları sık sık ”Hocam, babam beni çok sıktı ben çocuğumu sıkmayacağım.” diyor. Neredeyse atasözü oldu artık. Yani nedeni düşünmeden, irdelemeden tepkisel bir yaklaşım… Bana gelen ailelerin tümüne disiplini anlatıyorum. Bizde disiplin yok: Çocukta erişkinde, evde okulda, trafikte sırada; her alanda. Çocuğa değer veren ülkelerde bir şeye “Hayır.” denirse, o “Hayır.” Demektir. Türkiye’de “Yaaa ne olur!” diye bağırıp ağlayan çocuğa “Tamam, lanet olsun!” deniyor ve isteği yapılıyor. Çocuk da “Ağlayıp bağırırsam kazanacağım.” diye düşünüyor.
Bu doğrultuda düşünceyi de disipline edemezsem, aradaki hiçbir ilişkiyi fark edemem. Aslında disiplin, ilişkilerin fark edilmesidir.
Emniyetle madde bağımlılığı konusunda çalışıyordum. Bir gün oradaki sevdiğim arkadaşlara “Sizi mahkemeye vereceğim, beni trafik kurallarını ihlal etmeye zorluyorsunuz.” dedim. O zaman Eskişehir yolunda hız 50 km’ye indirilmişti ve bir tek 50 km ile giden araba yoktu. Bu ne demek? : “Ben bu uyarıyı koyarım, sen de uyma!”. Onlara “Kadın sürücü olarak ve 50 km hızla aracı süreceğim; birlikte başımıza ne geldiğini görelim.” dedim. Üstümüzden de helikopter uçurdular ki ne olduğu görülsün. Ölüyorduk; yolumu kesenler, küfür edenler, makas atanlar, öne geçip yavaşlayanlar… Bir kural konulunca o kurala uymamız gerekiyor. Öncelikle o kuralların neden konulduğunu düşüneceğiz, uyacağız. Ancak o zaman neyin değişmesi gerektiğini görebiliriz. İşte bu bakışı çocuklara da vermemiz lazım.
Yurtdışında Türk aileye ulaşmak istediğimde ağlayan çocukları izlerim; %100 beni Türk aileye götürürler. Hiç şaşmaz! Yurt dışında çocuklar dışarı çıktığında çantalarında onları oyalayacak malzemeler ile çıkar. Resim yapar, oyun oynar, ailenin fikrini alıp devam eder, ne yiyeceklerini garsona söyler. Biz de ise çocuk ağlar, annesini çekiştirir, masalar arasında koşturur, garsonun işini zorlaştırır, oyalanacağı hiçbir şey yoktur; varsa da annesinin telefonudur. O anne düşünmüyor ki bu çocuk sıkılacak ve sıkıldığında onu neyle oyalayabilirim. İşte bu öz disiplindir ve Türk çocukların %90’ında yoktur. Farkı ise bu %10 yaratır.
Huzurlu evdeki çocuklar kuralları bilir, uyar ve onu sorgulayabilir. Bu onun aklını kullandığını gösterirken, diğerleri biat toplumundaki gibidir.
7. Son dönemde “çemberin dışına çıkma”, “kutunun dışında düşünme” gibi becerilere oldukça fazla vurgu yapılıyor. Ebeveynler ve özellikle de eğitimciler olarak bunları mümkün kılmak için çocukları nasıl destekleyebiliriz?
Çemberin dışına çıkmak deyince herkesin aklına uçuk fikirler üretmek gidiyor. Hâlbuki önce çemberi fark etmek gerekiyor ki dışına çıkabilelim. Altyapısı olmadan çember dışına çıkma ruhsal ve davranışsal sorunlara yol açabiliyor.
Çok soru sorduğu için üstün yetenekli sanılan birçok çocuk geliyor bana. Soruları içeriksiz, zorlamalı, düşünme ürünü değil; adeta sipariş. Oysa 4.5 yaşındaki bir çocuk ben annesiyle görüşürken İngilizce kitaptan trenin “train”, elmanın da “apple” olduğunu öğrenip “Tren ve train’in okunuşu benziyor, elma ile apple neden benzemiyor?” diye soru soruyor. İşte bu gerçek bir soru, düşünmüş, farkı yakalamış ve sıra dışı bir soru soruyor. Çemberin dışına çıkıyor, çünkü düşünmeyi bilen zeki bir çocuk. Önce temeli sağlam koyalım ki temelin üstüne çıkabilsin. Çemberi bilmeden çemberin dışına çıkmaya zorluyoruz, dolayısıyla sonuç elde edemiyoruz. Derste de sayıların efendisi olacak ki, farklı bir şey ortaya koyabilsin. Sözcüklerin efendisi olacak, kullandığı dili çok iyi bilecek ki, dildeki yaratıcılığı ortaya çıkabilsin.