Emrehan Halıcı ile Beceriler ve Eğitime Yansımaları Üzerine

Emrehan Halıcı ile Beceriler ve Eğitime Yansımaları Üzerine

Türkiye Zeka Vakfı’nın Kurucusu ve Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Emrehan Halıcı ile beceriler ve geleceğimize etkisi, ülkemizdeki eğitim sisteminin durumu ve hayat boyu öğrenme konuları üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Bilgi ve zekaya dayalı etkinliklerle özel olarak ilgilenen ve bir dönem Türkiye Satranç Federasyonu Başkanlığı ve Dünya Satranç Federasyonu Asbaşkanlığı da yapan Sayın Halıcı ile zeka ve yetenek kavramlarını da değerlendirdiğimiz söyleşimizi ilginize sunarız.

Ülkemizin beceri potansiyeline ilişkin uluslararası göstergeler oldukça karamsar bir tablo ortaya koymaktadır. En basit ifadeyle 15 yaş grubu öğrencilerimizin ve yetişkinlerimizin önemli bir bölümü hayata etkin katılım göstermek için gerekli temel becerilerden yoksundur. Ülkemiz için yüksek teknoloji üretecek, katma değer yaratacak insan gücünün yetiştirilmesi için nereden başlamak ve neler yapmak gerektiğine ilişkin görüşlerinizi bizimle paylaşabilir misiniz?

Bir kere sözlerimin başında sahip olduğumuz genç nüfus potansiyelinin Türkiye için önemli bir avantaj, bir fırsat sunduğunu söylemeliyim. Ancak bu avantaj iyi değerlendirilmezse, Türkiye için problem yaratacak bir noktaya da gelinebilir.

En büyük sermayenin “insan” olduğu bir dönemdeyiz. Belki değişik tanımlamalar da yapılabilir ama, yaşadığımız çağı bilgi çağı olarak kabul ediyoruz. Teknolojinin, insan aklının, zekânın, yeteneğin ve becerilerin ön plana çıktığı bir dönemdeyiz. Daha önce geçerli olan değerlerin ötesinde zekâya ve bilgiye dönük girişimlerin, yapılanmaların çok daha önemli olduğu bir dönem. Bu nedenle bizim gibi genç nüfus potansiyeline sahip olan ülkelerin bunu iyi değerlendirmesi gerekir. Gençlerin teknolojiyle buluşturulması, yaratıcılıklarının ve girişimciliklerinin desteklenmesi için gerekli adımlar atılmalıdır.

Türkiye aslında eğitime çok önem veren bir ülke. Bunun örneklerini etrafımızdan, kendi çevremizden de görebiliriz. Anneler, babalar, büyük anneler, büyük babalar, akrabalar kendi yakınlarının, çocuklarının iyi bir eğitim alabilmesi için her türlü fedakârlığı yapmaya hazırlar. Gerek bir okula girip okurken, gerek okulu bitirdikten sonra çocuklar aileler için bir övünç kaynağı, bir gurur ve mutluluk kaynağı oluyor. Eğitime değer verilen böyle bir iklimin olması, Türkiye açısından çok önemlidir.

Çocuklarımızı okula yolladığımız andan itibaren, onların mükemmele yakın bir eğitim almasını istiyoruz. Ancak bunun gerçekleşmediği maalesef görülüyor. Eğer eğitim sisteminden memnun olunsaydı bu kadar sık sistem değişikliği ile karşı karşıya kalınmazdı. Bana sorarsanız eğitimde ulusal bir uzlaşının ortaya konması gerekir. Siyasetin o iç çekişmelerinden uzak, kısır tartışmalara konu edilmeyecek bir biçimde, dünyayı yakından takip ederek, gelişmelerden yararlanılarak ve Türkiye gerçekleri dikkate alınarak bir eğitim reformu yapılması ve bu reforma herkesin sahip çıkması gerekir. İktidarlar değişebilir ama reformun genel hedefinde ve işleyişinde bir şaşma olmamalıdır.

Eğitim söz konusu olduğunda bugün alınan bir kararın sonuçlarının görülmesi için yıllar, belki on yıl, yirmi yıl gerekebilir. Eğer sürekli kararlar değiştirilirse, sürekli sistem değiştirilirse, o zaman beklenen verim alınmadığı gibi, hem sisteminin kendisine, hem de sistemde yer alan kurumlara, kişilere, tüm yapıya karşı bir güvensizlik oluşur. Bu durum gittiği doktoru beğenmeyip, sürekli değiştiren, kararlı bir tedavi göremediği için sorunları azalmayan bir hastaya benzetilebilir. Sürekli doktor ararsanız sürekli hastasınız demektir.

Eğitimle ilgili uzun vadeli uygulanacak bir reformu hayata geçirme konusunda acaba ne eksiklerimiz var, bunu düşünmeliyiz. Eğitim, zeka, yetenek alanında fikir üreten, yazılar yazan, iyi niyetli girişimlerde bulunan, toplantılar düzenleyen, hem devlet içerisinde, hem özel sektörde, hem de sivil toplumda kişiler ve kurumlar var. Geçtiğimiz yıllarda TBMM’de Üstün Yetenekli Gençlerle ilgili bir Araştırma Komisyonu kurulması, 5 yıldır düzenlediğimiz, beşincisini bu yıl Kasım ayı başında düzenleyeceğimiz Zeka ve Yetenek Kongresi bunlara örnek gösterilebilir.

Ancak dünyanın en iyi stratejilerini, planlarını, yasalarını da üretseniz, bunların uzun süre uygulanacağı, kolay kolay değişmeyeceği ile ilgili bir irade ortaya konmadığı müddetçe sonuç alınamaz. Böyle bir iradeden bahsedebilmek de maalesef mümkün değil.

Türkiye’de her iktidar değişiminde, eğitim sistemi ile ilgili çok önemli değişiklikler yapılıyor. Örneğin sınav sistemi. Adlarını unuttuğumuz, hatırlamakta zorlandığımız sınavlarla karşı karşıya kaldı çocuklarımız. Bırakın iktidar değişikliğini, aynı iktidar döneminde bir hükümet, bir bakan değişikliğinde bile her şey sil baştan yapılabiliyor. Bu problemin altını çizmemiz lazım. Eğitim sistemi konusunda tam bir anlayış birliği, tam bir hedef birliği olmadığı için de karmaşık sistemden yetişen insanlar da bu karmaşıklığın devamına neden olabiliyor. Gençlerimizin, çocuklarımızın eğitimi, yetişmeleri sadece okullarda şekillenmiyor. Okullar, tabii ki en önemli unsurdur, ama ailenin önemi de göz ardı edilmemelidir. Eğer ailede anne-baba veya aile büyükleri kendilerini iyi yetiştirmemişlerse, çocuklar için çok önemli o ilk 6 sene 7 sene içerisinde çocuklara verebilecekleri olumlu katkıları veremeyebilirler, hatta olumsuz katkıları olabilir.

Okul bittikten sonra iş hayatına başlayan insanlar, -eğer kendileri girişimci değillerse- başlarındaki şef, müdür, patron, -hangi ad olursa olsun- onları yöneten yöneticilerle karşı karşıya kalırlar. Çalışanlar çoğunlukla yönetenlerin belirledikleri kalıplar, sınırlar içinde görev yaparlar. Çağa uymayan bir yöneticinin altında çalışanlar, ancak yöneticinin kapasitesi oranında bir verim ortaya koyabilirler. Kendilerini geliştirmeleri konusunda bir zorunluluk ya da motivasyonla karşılaşmayabilirler. Kısaca eğitimde ailenin, okulların ve sonra da iş hayatının etkileri söz konusudur. Okullarda ezbere dayalı bir eğitim sisteminden şikayet ediyor ve bunun değişmesini istiyoruz. Ancak ezbere dayalı bir sistem, hayatın her aşamasında var. Ev hayatında, iş hayatında klişelerle, hazır reçetelerle, değiştirmeyi düşünmediğimiz alışkanlıklarımızla yaşıyoruz. Bu durum insanları yaratıcı olmaktan, karşılaştıkları problemleri çözme konusunda becerili olmaktan uzaklaştırıyor. Sorunlarımız çözülsün istiyoruz. Ama çözme konusunda üretken adımlar atamıyoruz. Sadece ümit ediyoruz, sadece temenni içerisindeyiz. Ülkemiz daha iyi olsun, çevremiz daha iyi olsun, dünya daha güzel olsun istiyoruz. Ama bunların olması için kolektif bir emeği, çabayı ortaya koyamıyoruz. Kendisini yetiştirmiş, geliştirmiş insanların da bireysel çabaları yeterli olamıyor. Sonuçta bireysel ve toplumsal bir tatminsizlik ve moral bozukluğu ortaya çıkıyor. Beyin göçü dediğimiz olay gerçekleşiyor. Ülkemizde yetişen kıymetli insanlarımızın bir kısmı maalesef buralarda değil, dünyanın değişik ülkelerinde çok başarılı işler ortaya koyuyorlar.

Yeni dünyaya, değişen, gelişen dünyaya uyum gösterebilen, bilişim kültürünü özümsemiş, bilime, teknolojiye, sanata ilgi duyan insanların olduğu bir toplumda aileler çocuklarını, öğretmenler öğrencilerini daha iyi yetiştirebilirler. İş yerlerinde insanlar kendi altında çalışanları insanları daha iyi yönetirler. Böyle bir toplumda devlet ve birey arasındaki ilişki de çok daha sağlıklı olur.

Eğitim planlarımızı uzun vadeli yapalım. Sistem daha iyi anne-baba, daha iyi öğretmen, daha iyi yöneticiler yetiştirsin. Böyle yetişen nesiller de daha iyi bir geleceğin anahtarı olsunlar.

Bazen bir kişi, çevresindeki çok sayıda kişiyi olumlu etkileyebiliyor. Bir öğretmen, bir yönetici, hele devlette etkin konumda birisi ortaya bir çaba koyarsa bunların sonucu alınabiliyor ancak kısıtlı bir çevre bundan yararlanabiliyor. Amaç, bu çabaları genelleştirmek, yaygınlaştırmak, sistematik hale getirmek. İnsana yapılacak yatırımda herkes hemfikir. Kimse karşı değil. Peki, insana yatırım nasıl yapılır? İnsana yatırım aileden başlar, okulda devam eder, iş hayatında netice alınmaya başlanır. Doğduğu andan itibaren çocuklara özel ilgi göstermek gerekir. İlgi sadece sevmekle, beslemekle, korumakla sınırlı değil. İnsanın beynine, dolayısıyla çocukların beynine çok ama çok özel önem verilmesi gerekir. Çocukların beyni nasıl gelişir? Tabii ki sevgi dolu, aile içi stresten, kavgadan, problemden uzak bir ortam aranılan konuların başında gelir. Çocuk beyninin gelişimi ise merak etmekle, soru sormakla başlar. Çocukların hayatlarındaki ilk yılları, merak etme konusunda en üretken, en aktif oldukları çağlarıdır. Çocuğun soru sormasına olanak sağlayan, onu teşvik eden bir yaklaşım içerisinde olmak gerekir. Ama sık karşılaştığımız tablo, çocuk bir soru sorduğu zaman annesinin, “babana sor”, babasına sorduğu zaman “annene sor” demesi veya “biz bilmiyoruz, öğretmenine sor” gibi cevaplarla etkileşimden kaçmalarıdır. Benzer şekilde okullarda da çok soru soran öğrenciler çoğu öğretmen tarafından hoş karşılanmaz. Öğrencilerden ne öğretiliyorsa onunla ilgilenmesi, ne soruluyorsa onu cevaplamaya çalışması istenir. Evden başlayarak, okullarda da maalesef sürdürerek çocukların meraklarını, yaratıcılıklarını, hayal dünyalarını törpülüyoruz. Bu bence çocuklara, dolayısıyla insanlara yapılan en önemli yanlışlardan biridir. Bu yanlışın düzeltilmesi için, anne-babanın ve öğretmenin de çevreye ilgi duyan, merak eden, olayların neden, nasıl olduğuyla ilgili sorular soran, hayal kurabilen bireyler olması gerekir.

Çocukların hiç bitmeyen bir merak ve sürekli bir sorgulama halleri var dünyaya karşı. Mesela “yastıklar neden dikdörtgen?” diye sorgulayabiliyorlar.

Çevrenizdeki çocukların soruları ve onların bulduğu cevaplar, eminim zaman zaman sizi hayrete düşürmüştür. Bazılarına gülmüş, “hiç aklıma gelmemişti” demiş, bazılarına ise hayranlık duymuşsunuzdur. Çocuklarla birlikteyken her an bir yaratıcılıkla, farklı yaklaşımla karşılaşabilirsiniz. Öncelikle bu tür sorulardan anne-babanın zevk alması çok yararlıdır. Çocukla birlikte anne-baba da düşünürse, cevap aramaya çalışırsa hem kendilerine, hem de çocuklarına katkı yapmış olurlar.

Bu konu açılmışken soruların cevaplardan daha önemli olduğunu eklemeliyim. Bir sorunun sadece doğru cevabını bulmaya çalışmak kısır bir yaklaşımdır. Sadece sonuca, başarıya kilitlenmek, menfaat beklentisini hatırlatan bir durumdur. Amaç soru üzerinde düşünmek, beyin egzersizi yapmak, düşünsel bir maceraya katılmaktır. Bir sorunun cevabı bugün böyleyken yarın farklı olabilir. Bulduğumuz cevap acaba her ortamda geçerli midir? (Örneğin suyun farklı yüksekliklerde kaynama derecesinin değişmesi). Bulduğumuz cevabın daha iyi bir çözümü olabilir mi? Soruları çözerken bu saydığım soruları da sormak gerekir.

Peki, az önce öğretmenlerin, ailelerin hep aynı rutine hapsolmuş olmasının çocuklara etkisinden bahsettiniz. Bu ciddi bir kısır döngü. Bu kısır döngüyü nasıl kırabiliriz? Nasıl bir müdahale alanı yaratabiliriz?

Toplu halde yaşadığımız için, devletin ve toplumun bize koyduğu yasalar, kurallar var. Bunlara saygı göstermek zorundayız, ama beğenmek zorunda değiliz. Beğenmediklerimizin değişmesi için çaba gösterebilir, mücadele edebiliriz. Girişimci yönümüzü harekete geçirerek sivil toplum, sosyal medya, siyaset vb. yollarla düşüncelerimizi hayata geçirmeye çalışabiliriz. Bilgi toplumunun ideal insanı, sadece bilgiyi iyi kullanan değil, bilgi ve fikir üreten, ürettiklerini paylaşan insandır. Şimdi ne mutlu ki, elektronik ortamın, mobil ortamın sağladığı olanaklarla insanlar düşüncelerini, üretimlerini, önerilerini, eleştirilerini bütün dünyayla paylaşabiliyor ve geri dönüşleri, tepkileri, yorumları takip edebiliyor. Dünya artık kapalı bir kutu değil. Herkes, herkesi duyabiliyor, görebiliyor. Bu müthiş bir şey.

Bireysel olarak yapabileceklerimiz ise çok daha fazla. 24 saat içerisinde neler yapıyorsak gözden geçirebilir, memnun olmadıklarımızı nasıl değiştirebiliriz diye sorabiliriz. Rutin olarak yaptığımız işlere farklılıklar katabiliriz. Kendimizi geliştireceğimiz, eğleneceğimiz, mutlu olabileceğimiz neler yapabiliriz diye araştırabiliriz. Kendi yasalarımızı kendimiz koyabileceğimize göre kimseyi ikna etmeye çalışmak da gerekmiyor.

Toplumsal ve bireysel rutinlere karşı bu yaklaşım içinde olan anne-baba ve öğretmenlerin çocuklara etkisi de özgürlükçü ve yenilikçi yönde olacaktır.

İçinde bulunduğumuz çağ itibariyle bireylere ömürleri boyunca yeterli olacak becerilerin okul yıllarında kazandırıldığı eğitim anlayışı da geçerliliğini çoktan yitirmiş durumda. Artık hayat boyu öğrenme kavramından söz ediyoruz. Dünya Ekonomi Forumu gelecekte en çok talep edilen beceriler arasında karmaşık problem çözme, eleştirel düşünme, bilişsel esneklik ve duygusal zekâ gibi becerileri sıralamakta. Sizce gelecekte eğitim öğretim süreçleri nasıl bir hale evrilecek ve bizim toplum olarak en çok ihtiyaç duyduğumuz beceriler neler olacak?

Teknolojinin bu denli hızla geliştiği ve dünyayı değiştirdiği bir çağda yeni şeyler öğrenmek zorunluluk haline gelmiştir. Öğretmeye dayalı olan eğitim sistemleri öğrenmeye dayalı olarak değişmelidir. Bence artık eğitimin temel ilkesi şudur: Kişi kendisi öğrenecek, öğretmen dahil diğer bütün unsurlar öğrenmeye destek olacaklardır. Ve bu öğrenme hayat boyu sürecektir.

Hayatımızda attığımız her adım verdiğimiz bir karar sonucudur. İyi karar vermek, iyi düşünmekle gerçekleşir. İyi düşünmek için de sağlıklı, iyi çalışan bir beyne ihtiyacımız var. Beden sporları yaparak sağlıklı bir bedene sahip olmaya çalıştığımız gibi, beyin sporları yaparak da sağlıklı bir beyne sahip olmaya çalışmalıyız.

Beyin eğitimi ülke çapında yapılacak işlerden biridir. Öncelikle farkındalığı arttırmak gerek. “Bedeninize önem verin ama beyninize de önem verin”. Beynimiz bizi yöneten kumanda merkezimiz. Daha iyi çalışabilmesi için onu yormaktan korkmamamız gerekiyor. Beynimizin önemli bir kapasitesini kullanmadığımız bilim çevrelerince söylenir. O halde ona yeni bilgiler yüklemekten, onun daha önce fazla kullanmadığımız becerilerini kullanmaktan, ona çokça egzersiz yaptırmaktan kaçınmayalım. Tahmin ettiğimizden çok daha fazla bir kapasiteye sahip olan beynimizi yeterince kullanmayıp, onu kalıplarla, sınırlarla, klişelerle köreltmek, ona yaptığımız en büyük kötülüktür. Ve bunu sadece öğrenciler için söylemiyorum; hayat boyu öğrenme ve düşünme mecburiyetinde olan herkes için söylüyorum.

Gerek okullarda, gerekse okul sonrasında şu üç konunun temel alınması gerektiğine inanıyorum: Dil, felsefe ve matematik. Düşüncenin temeli dildir. Dilini iyi konuşamayan bir insan anlamada da, anlatmada da zorluk çeker. Kelime zenginliği ve dilin iyi kullanılması önemli bir beyin becerisidir. Başından beri bahsettiğim merak etmek, soru sormak felsefenin temelidir. Felsefe aramaktır, kendini ve evreni anlamaya çalışmaktır. Matematik bir bilim olduğu kadar bir disiplindir de. Problem çözmek kadar sebep-sonuç ilişkileri kurmak da matematiğin işlevleri arasındadır. Çoğunlukla ders olarak ele alınır. Oysa matematik hayatın her anında ve alanında gereklidir. Bana göre ideal eğitim modeli dile, felsefeye ve matematiğe birinci derecede ağırlık veren modeldir.

Konuşmanızda kısa bir süre sonra beşincisi gerçekleşecek olan Zekâ ve Yetenek Kongresinden bahsettiniz. Peki, siz Türkiye Zekâ Vakfı Başkanı ve Zeka ve Yetenek Kongresinin düzenleyicisi olarak zekâ ve yeteneği nasıl tanımlıyorsunuz?

Zekânın, değişik tanımları var. Bir tanesi de nesneler, kavramlar arasındaki ilişkileri kavrayabilme, soyut düşünme ve bunları bir amaca dönük olarak kullanabilme yeteneğidir. Ama yetenek; beceri birçok farklı alanda olabilir. Bir alanda üstün başarı gösteren bir kişi diğer bir alanda hiç başarılı olamayabilir. Önemli olan insanların yeteneklerinin zamanında anlaşılabilmesi ve hayatlarının buna göre yönlendirilmesidir. Yeteneği başka bir alanda olduğu halde, eğitimini başka alanda alan ve çalışan o kadar çok mutsuz insan var ki.

Temennim, eğitim sistemimizin bu aksaklıkları ortadan kaldırması, kendisi mutlu olan, başkalarını da mutsuz etmeyen insanların yetişmesine katkı sağlamasıdır.