Dünya Bankası Direktörü Martin Raiser – Eğitim ve Ekonomi

Bildiğiniz gibi dünyadaki hâkim ekonomi politikaları, eğitim sistemlerini ciddi şekilde etkiliyor. Ekonomi ve eğitim arasındaki ilişkiyi siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Ekonomi için eğitim neden bu kadar önemli?

Ekonomistler olarak, eğitime bireylerin üretkenliğindeki ana faktör olarak bakma eğilimindeyiz. Bunun bir sonucu olarak bilgi, günümüz ekonomisinde temel bir faktördür. Bilgisayar bilimlerini, biyoteknolojiyi ya da inovasyonu düşünün… Özellikle gelişmiş ekonomilerde, tüm bu aktiviteler büyük bir gelir üretiyor ve bunlar bilgi temelli. Eğitim olmasa bu alanlarda rekabet edemezdik. Şunu çok iyi biliyoruz ki, bireyler seviyesinde eğitim seviyesi yüksek olan kişiler, eğitim seviyesi düşük olanlardan daha yüksek yaşam boyu kazanç elde ediyor. Tüm ekonomilerin performansını bir kenar bırakın, sadece bireyler için bile eğitime yatırım yapmak iyi bir fikir.

Ekonomideki büyük tartışmalardan biri, bireylerin eğitime yatırım yapmak için sahip olduğu teşviklerin yeterli olup olmadığı ve eğitime erişim olanaklarının toplumun ihtiyaç duyduğu ölçüde eğitimi sağlamak için yeterli olup olmadığı üzerinedir. Eğer yeterli değilse, o zaman hükümetin ya da devletin insanların kaliteli eğitime daha kolay ulaşmalarını sağlama konusunda endişelenmek için sebepleri oluyor. Özellikle öğrencilerin faklı sosyoekonomik düzeylerden ailelere mensup olduğu, ilk ve ortaöğretim seviyelerinde durum bu. Kişilerin yetişkinliğe ulaştıklarında sağlam eğitim temellerinin olmasını sağlamak için, eğitimin erken aşamalarında eşitsizlik sorununun üstesinden gelmek, birçok ülkede bir politika önceliğidir. Sonrasında ise bu kişiler üniversitede ya da işe girdiklerinde kendi eğitim ihtiyaçlarını karşılayabilmek adına daha iyi bir konumda olacaklardır,

Normatif anlamda, eğitim çoğunlukla kendi kendini gerçekleştirmeye referans veriyor, ekonomi perspektifinde ise daha çok refaha. Bu bağlamda, ekonomik dönüşümün eğitimin ontolojik temellerini nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz?

Ekonomistler olarak eğitimin tek değerinin sizi daha üretken yapması olduğunu iddia etmiyoruz. Eğitim sizi daha mutlu bir insan yapabilir ya da diğer insanlarla, toplumla ve hatta doğa ve çevreyle ilişkilerinizi daha iyi hale getirebilir. Ve bunların hepsini ekonomik değer bazında tespit etmek mümkün değildir. Fakat Dünya Bankası’ndaki ekonomistler olarak sizin söylediğiniz gibi eğitimin ontolojik temellerine ilişkin değerlendirme yapmamızı sağlayacak pek fazla çalışmamız yok.

Biz de eğitimciler olarak eğitimin hizmet etmesi gereken nosyonlardan uzaklaşılmasından endişe ediyoruz. Bu anlamda iki perspektifimiz var diyebiliriz. İkisinin aynı eğitim sistemi içerisinde beraber var olabileceğini düşünüyor musunuz?

Sanırım buna katılamayacağım. Bireylerin temel doğru ve anlam arayışlarını tatmin eden bir eğitim sisteminin, bireyleri kendi hayatları içerisinde daha üretken olmaya hazırlayan bir eğitim sistemiyle uyuşmaz olduğunu düşünmüyorum. Tabii ki bireyler farklı kariyerler seçebilir ve bu kariyerler, iş piyasasında farklı mükâfatlar dâhil, farklı avantaj ve dezavantajlar barındırabilir. Bunlar insanların yaptığı seçimlerdir. Fakat bence eğitim sistemi, bireylerin bu seçimleri bilinçli bir şekilde yapmasını sağlayacak bilgi temellerini sağlamak için var. Tabii ki bireylerin eğitimine yaptığı ve ekonomik faydası olmayan yatırımların vergi yoluyla toplum tarafından ne kadarının finanse edileceğinin sınırları olacaktır. Burada mübadeleler olabilir fakat oldukça nadir olacaktır. Bence insanlar ister kendi gelişimlerini amaçlasınlar isterse işgücü piyasasında daha rekabetçi hale gelmeyi amaçlasınlar, bilginin büyük bir çoğunluğu bireyler için faydalıdır. Mübadeleler olduğu gerçeğini görmezden gelmek istemiyorum, ancak bunlar marjinal düzeydedir.

Bence eğitimin bireylerin ve toplumun iyi olma halindeki kritik rolünü vurgulamak çok daha önemli. Eğitim tamamen araçsal olarak sunulmazsa gelişebilir. Çünkü eğitim sorgulamakla, öğrenmekle, öğrenmeyi öğrenmekle, kendin hakkında öğrenmekle alakalı. İyi eğitimciler, iyi öğretmenler insanlara sadece ‘iyi bir mühendis olmak istiyorsan matematik bilmelisin’ demenin iyi bir matematikçi olmak için yeterli olmayacağını bilirler. Mühendislikte ya da başka alanlardaki faydası bir yana, neden matematiğin güzel olduğuna dair bir anlayış vermeleri gerekir. İyi öğretmenler bunu biliyor ve onlar, geriye dönüp kendi eğitim hayatımıza baktığımızda ilk aklımıza gelen öğretmenler.

Türk eğitim sistemi bir dönüşümden geçiyor, diğer OECD ülkeleriyle karşılaştırdığınızda nasıl bir gelişim var?

Bence Türkiye’deki birçok insan, diğer OECD ülkelerine kıyasla, Türkiye’nin 2003-2012 yılları arasında PISA sonuçlarında en hızlı gelişim gösteren ülke olduğunun farkında değil. Ben tartışmaların başında bunun altını çiziyorum çünkü çoğunlukla Türkiye’nin hala OECD’nin alt sıralarında yer aldığı vurgulanıyor. Bence buna şu şekilde bakmamız lazım; Türkiye arayı kapatmak için çok büyük bir mesafeden geldi ve geçtiğimiz yaklaşık on yıllık dönemde Meksika gibi ülkeleri geride bıraktı. Bu gelişimin büyük bir bölümü erişimin artırılmasıyla sağlandı. Sekiz yıllık zorunlu eğitimi getiren 1997 reformu, daha fazla insanın daha uzun süre okula gitmesini sağlayarak PISA sonuçlarına etki etti. Özellikle köylerde ve kırsal alanlarda eğitime erişimi arttırmaya yönelik çabaları, annelere yönelik özellikle kız çocukları olmak üzere çocuklarını okula göndermelerini sağlamayı amaçlayan şartlı nakit transferi programını biliyorsunuz. Taşımalı eğitim programları, beslenme programları gibi uygulamalar sağlamlaştırıldı ve birçok ülkeye göre Türkiye’de erişimin genişlemesinde etkin bir rol oynadı.

Finlandiya, Singapur ve Çin’in bazı bölgeleri gibi PISA’da en iyi performans gösteren ülkelerin seviyesine gelmek için sadece erişime odaklanmak tabii yeterli değil. Niteliğe de odaklanmanız gerekir ve bu Türkiye’nin hala OECD ortalamasının gerisinde kaldığı bir nokta. Bu birçok faktöre bağlı, fakat başladığım yere geri dönmem gerekirse, belirtmeliyim ki Türkiye çok hızlı iyileşmeler yaşadı. Bu çok ümit verici ve önünde var olan zorluklar hakkında düşünmek için iyi bir başlangıç.

İstihdam son zamanlarda eğitimin odağında. Stratejik olarak eğitim-istihdam ilişkilerini güçlendirmenin temel boyutları nelerdir? Bu ilişki nasıl iyileştirilebilir?

Diğer ülkelerin deneyimlerinden de gözlemediğimiz gibi, eğer iş piyasasının eğitimle, ya da insanların eğitimden aldıkları becerilerle uyumluluğunu geliştirmek istiyorsanız, özel sektör ile üniversiteler, okullar ve elbette Milli Eğitim Bakanlığı gibi eğitim hizmet sağlayıcılarının arasında yakın bir çalışma ortamının sağlanması iyi bir fikir. Türkiye’de bu işbirliğinin o kadar güçlü olduğundan emin değilim. Özellikle mesleki eğitimde, insanların edindiği teknik becerilerin üretim sanayiinin ihtiyaçları ile uyumlu olmasını sağlamak için yapılması gereken birçok iyileştirme var. Fakat sadece bilişsel değil aynı zamanda sosyal ve duygusal beceriler açısından da, hizmet alanında işverenler ve eğitimciler arasındaki ilişkinin iyileştirilmesi gerekiyor. Beceriler arasında uyumsuzluk yaşanmamasını sağlayacak temellerden biri de bu.

Tabi bir de sürekli eğitim ihtiyacı var. Eğer eğitime 16 veya 18 yaşında okuldan, 22 yaşında da üniversiteden çıktığınızda sona eren bir şey olarak bakıyorsanız bu oldukça çağ dışı bir bakış olur. Artık eğitim, hayat boyu devam eden bir süreç. Başarılı, modern şirketler çalışanlarını tekrar okula gönderiyor. Yetişkin eğitimi büyüyen bir alan ve bunun akılda tutulması lazım.

Türkiye bu ilişkiyi güçlendirmeye çalışıyor. Peki diğer OECD ülkelerini düşünürseniz, Türkiye’ye, Türk eğitim sistemine model olabilecek bir ülke var mı? Yoksa Türkiye’ye kendine has, özgün bir model mi gerekiyor?

Bu her zaman çok zor bir soru. Her ülkenin uzun bir eğitim geleneği var. Başka bir ülkenin modelini benimsemek hiçbir zaman kolay değil. Fakat eğitim sisteminde dramatik iyileşmeler yaşayan diğer ülkelere bakarsak, Polonya bir örnek olabilir. Lehlerin yaptığı şey, farklı okul tiplerine ayrılma yaşını ileriye çekmek. Türkiye’deki gibi, öğrencilerin düz liseye mi, teknik liseye mi ya da meslek lisesine mi gideceğini belirleyen bir sınav vardı. Eskiden bu sınava 14 yaşında giriliyordu, sonra 16 yaşa çekildi. 9. ve10. sınıfların niteliğinde ciddi iyileştirmeler yapıldı. Şimdi herkes 10 yıllık genel eğitime gidiyor ve ondan sonra bilimsel, teknik ya da diğer okul türlerine geçiyor. Bu Polonya’nın PISA performansında çarpıcı bir iyileşme sağladı. Artık Polonya, OECD ortalamasının bir hayli üzerinde, eskiden bu kadar iyi değildi. Buradan bir ders çıkarılabilir.

Singapur ve Finlandiya gibi başarı örnekleri de var. Çok küçük ülkeler ve deneyimlerinin Türkiye bağlamına uyarlanması oldukça güç. Fakat örneğin Singapur’dan öğrendiğimiz şey; öğretmen kariyer planlamasına yapılan vurgunun önemi. Türkiye’de öğretmenlik mesleği göreli olarak saygıdeğer bir meslek olarak addediliyor fakat mesleki kariyer içerisinde çok az ilerleme fırsatı var. Kariyerinize öğretmen olarak başladığınızda, ülkenin doğusuna gidip çalışmak zorundasınız, sonra Ankara’da ya da İstanbul’da bir okul bulursanız mutlu olursunuz ve bu da kariyerinizin sonudur. Fakat Singapur’da, hayat boyu kariyerinizi ilerletme olasılığınız var. Uzmanlaşabilir, okul yöneticisi olabilir, yöneticilik yolunu seçebilirsiniz veya başöğretmen olabilirsiniz ve hala ilerleme olasılığınız vardır. Bence öğretmenlerin bilgilerini güncel tutmaları ve kendilerini geliştirmek için teşvik edici unsurlara sahip olmaları önemli.

Finlandiya’daki öğretmenlerin bu kadar iyi olmasında öğretmenlere verilen birçok sorumluluğun ve öğretim özerkliğinin payı olduğunu biliyoruz. Ayrıca öğretmenlere birçok eğitim veriliyor ve ileri düzeyde saygınlıkları var. Böylece üniversiteden ayrılan öğrencilerin en iyileri, öğretmenlik yapıyor. Öğretmeninize değer vermezseniz iyi öğrenci performansı elde etmeniz çok zor. Bu da işe yardığını gördüğümüz şeylerden biri.

Müfredata, öğretim materyallerine, eğitim yardımlarına, bunların etkilerine ve daha birçok şeye bakabilirsiniz. Bunlar detaylar, ben eğitim uzmanı değilim, bunların hepsinden bahsedemeyebilirim. Fakat son bir nokta ki Türkiye’yle yakından ilgisi var, bazı durumlarda, hepsinde değil ama bazı durumlarda, okullara kendi kaynak yönetimlerinde daha fazla özerklik vermek, okullara okul-aile birlikleri, okul yönetim kurulları vb. yapılarla daha fazla hesap verebilirlik getirmek aşırı derecede etkili olabiliyor. Okullara özerklik vermek tabi ki de otomatik olarak işe yarayacak bir şey değil. Fakat eğitimin kalitesi konusunda velilere karşı hesap verebilirliğin mevcut olduğu, okul idarecileri tarafından okulların iyi bir şekilde denetlendiği, okulların hedeflerinin açık olduğu, belirli durumlarda başöğretmenlere bütçeleri daha fazla kontrol etme, kaynakları tahsis etme ve benzeri yetkileri vermenin çok faydalı etkileri olmuştur. Bu da farklı ülkelerden çıkarabileceğimiz bir başka derstir. Bu açıdan, Şili ve Brezilya başarılı örneklerden; Hollanda ve İngiltere’de ise, bu sistem çok uzun zamandan beri uygulanıyor.

Göreviniz boyunca Türkiye’nin sosyo-politik durumunu gözlemleme fırsatınız olmuştur, Türk eğitim sisteminin avantajları ve dezavantajları neler olabilir?

Tabi ki Türkiye’deki sosyo-politik gelişmeleri takip ediyoruz fakat bunu eğitime nasıl bağlayacağımdan tam olarak emin değilim. Eğitimin siyasi tartışmalarda sıcak bir konu olduğunu biliyorum ve muhtemelen her ülke için geçerli bu. Fakat okuduğum kısa Türkiye tarihi bana tartışmanın 19. yüzyıla kadar gittiğini gösteriyor. Eğitim her zaman ister batı, ister din ya da başka bir şey odaklı olsun, insanların kafasındaki toplumu oluşturma aracı gibi görünüyor. Bence bu doğal çünkü diğer ülkelerde de benzer tartışmalar var. Fakat bizim ilgilendiğimiz şeyin, en azından benim alanım olan kalkınmanın bununla çok bir alakası yok. Her şey dünyayı ve onun içinde kendinizi nereye yerleştirmek istediğinizi anlamınızı sağlayacak bilginin temellerini öğrenmekle ilgili. İnsanlara iyi bir yabancı dil, matematik bilgisi vermek, iyi bir bilim kavrayışı vermek, belli bir ruh ya da bir dünya görüşü aşılamaktan daha önemli. Toplum olarak, Türkiye tabi ki bu tartışmalara devam edecektir. Fakat bizim işimiz eğitimin temellerinin olabildiğince güçlü olmasına odaklanıyor.

Peki, Türkiye’nin beşeri sermayesinin niteliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir ülkedeki insan sermayesini değerlendirmenin ve başka ülkelerle karşılaştırmanın yollarından birisi, belirli bir yaştaki öğrencilerin eğitim seviyelerini PISA veya TIMMS gibi araştırmalarla karşılaştırmaktır. Türkiye iyi bir gelişim gösterdi ama hala OECD ortalamasının altında. Başka bir yol ise daha uzun zaman dilimlerine bakmak; işgücünün yüzde kaçı üniversiteye gitti, ya da en azından 10 yıllık eğitim aldı. Türkiye hala alt sıralarda yer alıyor ama hızlı bir gelişim kaydetti.

Soruyu biraz dolaylı yoldan cevaplayayım. Robert Gordon adında Amerikalı bir ekonomist, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’nın ekonomik olarak nasıl bu kadar iyi yol kat ettiğini analiz etti. Birçok nedenin yanı sıra, Türkiye’ye yansıtılması ilginç olabilecek iki önemli sebebi vurguladı. Birincisi; İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Amerika’daki insanların büyük çoğunluğunun ortaöğretimin sonuna kadar okula gitmeye başlaması. Savaştan önce ise ilkokuldan sonrasına devam etmiyorlardı. İkincisi ise; bunun sadece erkekler için değil kadınlar için de geçerli olması ki bu kadınlar 1960-70’lerde işgücüne katıldılar. Aslında 1940’larda başladı. Erkekler savaşta olduğu için kadınlar işgücüne dâhil edildi. Türkiye’nin de Amerika’nın 1950’lerde izlediği benzer gidişatı yaşadığını düşünün, bu temellerin ülkenin ekonomik ve sosyal gelişimindeki pozitif etkisini görebilirsiniz. Türkiye’nin bu açıdan benzer bir süreç geçirme şansı var. Eğer beşeri sermayesi iyileşirse, OECD ülkeleri gibi olabilir. Bu tabi ki otomatik değil. Yani bunun otomatik olarak olacağını söyleyen bir kural yok. Eğitimin kalitesinin gelişmeye devam etmesini sağlamak gibi, daha yapılması gereken birçok şey var. Eğitim alan, şu an üniversitede olup çalışmaya başlayacak olan kadınlar sayesinde toplum yatırımının faydalarını almaya başlayacak. Türkiye bunları yapmaya başlarsa, beşeri sermaye odaklı büyümesini 20-30 yıl içerisinde etkileyecektir.

Dünyada istihdam, istihdam politikaları, özel ve kamu sektörünün beklentileri kapsamında üçüncü nesil üniversiteler tartışılıyor. Son olarak yükseköğretimdeki bu trendler hakkında neler düşünüyorsunuz?

Aslında yükseköğretim bizim çok detaylı olarak incelediğimiz bir konu değil. Ama şunu söyleyebilirim ki ciddi bir erişim artışı var. Daha fazla insanın yükseköğretime gittiğini görüyoruz. Fakat bu eğitimin niteliğine dair çok az bir anlayışımız var. Üniversitelerin kendilerini diğerleriyle karşılaştırması, niteliğe ve araştırmaların alakasına odaklanması iyi olacaktır. Ve nihai olarak, temel eğitimden daha fazla bir şekilde özerklik meselesi ve bağımsız olarak çalışabilmesi çok daha önemli. Bir süredir Türkiye’de bu bir tartışma konusu ve YÖK’ün bazı reformları başlatması yönünde beklentiler var. Fakat bu bizim özellikle çalıştığımız bir alan değil. Bir değerlendirme yapmak için elimizde veri yok.

Fakat yükseköğretim katma değer sağlaması, işgücünü ve refahı artırması açsından daha önemli.

Öyle, fakat genel eğitimin önemini yadsımamak lazım. Eğer genel eğitimi Singapur düzeyinde bir performans ile tamamlarsanız, üniversitedeki akademisyenlerin üzerinde çalışabileceği materyalleri olur. Genel eğitimi sağlam temeller olmadan tamamlarsanız, üniversitelerin küresel olarak rekabet edebilir işgücü yaratması çok daha zor olacaktır. Bu ABD’nin karşı karşıya olduğu bir sorun. Bazı ortaöğretim kurumları üniversitelere iyi öğrenci üretemiyor. Üniversite sistemi iyi ama iyi performans gösterenler denizaşırı ülkelerden geliyor. Fakat bu Amerikalıların çoğunluğunun çıkarına hizmet etmiyor, değil mi? İki şeyin aynı anda beraber çalışıyor olması lazım.