Doç. Dr. Mustafa Kemal Bayırbağ ile Eğitim Politikaları Üzerine

Doç. Dr. Mustafa Kemal Bayırbağ ile Eğitim Politikaları Üzerine

Bu dosya konumuzda ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesi, Mustafa Kemal Bayırbağ’ı ağırladık. Kent ve eğitim politikaları alanlarında uzun süredir çalışmalar yürüten Bayırbağ ile iki bölümden oluşan bir çalışma gerçekleştirdik. İlk bölümde eğitim politikalarını ve Türkiye’deki eğilimleri ele alırken, ikinci bölümde eğitim sistemi üzerine bir beyin fırtınası gerçekleştirdik.

Bölüm I

Sizi eğitim politikaları alanı çalışmaya iten ne oldu?

Kamu politikası, kamudaki otoritenin, karar alıcıların nasıl işler yaptığına dair sorular sorarak başlar. Halbuki bu işin ucunun dokunduğu insanlara ne olduğunu anlamak daha kritik geldi bana.

Aynı zamanda ben bir öğretim üyesiyim. Öğretim üyesinin birden fazla şapkası vardır. En azından bir tanesi araştırma yapmaktır, bilimsel çalışmalar içinde bulunmaktır. Ancak onlar kadar önemli, hatta onlardan da önemli olan öğretmenliktir. Ben bir öğretmenim. Bir eğitim bilimleri formasyonum, pedagoji bilgim yok. Aslında var ama alaylı yoldan edinmiş olduğum bir birikim bu. Gündelik hayatımda sürekli öğrencilerle iç içeyim. Onların sorunlarıyla, dertleriyle karşı karşıya geliyorum. Oturup sohbet ediyorum, hallerini görüyorum. Bu gençlerin gelecek kaygıları var, üniversite öğrencisi olmakla, bunun getirdiği sorunlarla ilgili problemleri var. İşsiz kalıyorlar, geleceğe dair ne yapacaklarını bilmiyorlar. Bu noktada benim yaptığım araştırmanın, bilimsel çalışmanın bir faydası olacaksa önce çevremden başlamak istedim. Ve hemen erişebileceğim, doğrudan bilgisine de deneyimine de sahip olduğum eğitim alanı, bana daha makul geldi. Şunun da farkındayım ki bir bilim insanı çalışma yaparken bir meseleye ne kadar vakıf olursa, o kadar daha anlamlı sorular sorabilir, daha anlamlı sonuçlar ve politika önerileri sunabilir.

Ben bütün meselelere bütüncül bakarım. Toplumun bireylerden oluşmadığını toplumun bireylerin toplamının üstünde olduğunu düşünürüm. Dolayısıyla eğitim meselesini bir toplumsal mesele olarak bakarım. Ancak hem kişisel bir hikaye hem de toplumsal bir hikayedir eğitim. Örneğin, ben alt orta bir gelir grubunda memur bir ailenin çocuğuyum. Devlet okullarında okudum, fen lisesinde okudum ve ailemin imkanlarıyla bir şeyler yapabildim. Dolayısıyla kamunun eğitimdeki ya da kamusal kaynakların eğitimdeki rolünün çok büyük olduğunu düşünüyorum. Kamuya her zaman daha fazla yer verilmesi gerektiğini ve bunun aynı zamanda toplumsal bir mesele, hatta bunun ötesinde bir sosyal adalet meselesi olduğunu düşünüyorum ve toplumun geleceğini de eğitimin biçimlendireceğine inanıyorum.

Eğitim politikalarını diğer politikalardan ayrıştıran, farklı kılan noktalar neler?

Kamu politikası tarifi gereği kamu otoritelerinin toplumdan gelen taleplere ilişkin olarak geliştirmiş olduğu çözüm paketleridir. Diyebilirsiniz ki sağlık, sanayi, ekonomi, dış politika bunların her biri devletin iştigal alanları ve aynı otorite bu işi yapıyor. Aynı makam merciler bu işi yürütüyor. Hepsi aynı anayasaya bağlı, hepsi bu ülkenin çıkarmış olduğu yasama kurallarıyla yönetiliyor. Bu yüzden birbirinden çok farkı yok. Ancak belirli politika alanlarıyla benzeşse bile eğitimi diğer politika alanlarından farklı kılan bir kaç yön var. Temelinde de bence toplumsal adalet meselesi var. Toplumsal adalet çok hassas bir konu, her zaman gerginliğe açık. Diğer yandan, eğitim politikası doğrudan kendi içinde bir amaç. Bir toplumu eğitmek, vatandaşını eğitmek, toplumu toplum olarak inşa etmek kendi başına bir amaç. Hem sosyal adalet vurgusu hem toplumun geleceğini biçimlendirmesi sebebiyle, diğer tüm politika alanlarını kesen bir politika alanı eğitim.

Eğitim politikası başlı başına bir iş gibi duruyor. Sağlık politikası için hem doktor hem de çocuğuna sağlıklı bir şekilde bakabilecek eğitimli bir anne-baba yetiştirmeniz gerekiyor. Kalkınacaksınız teknoloji ağırlıklı bir gelişme problemi belirlediniz ve mühendis yetiştirmeniz lazım. Bunun için de teknoloji farkındalığının topluma yerleşmesi, bilime ilgi duyan, bilimi seven, bilimle haşır neşir bir toplum yetiştirmeniz gerekir; bu da eğitim olmadan olmaz. Aslında eğitimi bir tür çatı politika alanı gibi de düşünebiliriz; kısa vadede etkisi olmayan ama uzun vadede tüm dönüşümü ve reformları tetikleyebilecek bir alan. Zorunlu eğitim, üzerine lisans, yüksek lisans ve doktorayla 20 yıllık bir hizmet veriyorsunuz. Bu hizmetin, çok uzun vadeli ve kademeli olduğu için de bütünlüklü planlanması gerekiyor.

Bir diğer konu da küreselleşme. Neoliberalizmin etkileri sebebiyle eğitim, üzerinde baskı olan bir alan. Toplumsal talep hiçbir zaman azalmıyor, aksine giderek artıyor. Talepler çeşitleniyor çünkü Türkiye gibi ülkelerde toplumsal olarak yükselmenin ve daha iyi bir hayat kurmanın yolu eğitimden geçiyor.

Toplumda eğitime yönelik bir reform isteği var ancak sizce talebe dönüşmüş durumda mı?

Talebe dönüştürmek başka, bunun farkında olmak başka. Talebe dönüştürecek gücü bulmayabilir kendinde ama “Ben okuyamadım benim evladım okusun.” diyebilir. Ancak yükselme, yani sosyolojik anlamda statü değiştirme, sınıf atlama umudu hiç yoksa eğitimle ilişkisi de olamaz. Ama diğer türlü eğitim bir çıkış yoludur, hatta tek çıkış yolu. Sadece toplumsal hizmetler, sağlık, eğitim için de yoğun bir talep var. Bu alanlarda hizmet sunulması için harcanabilecek kaynaklar üzerinde de baskı var. Ancak, neoliberal politikalar bunu kısıtlıyor; doğası gereği böyle. Bu, hükümet bunlara daha çok kaynak ayırmaya gayret göstersin demek değil. Yani, iktisadi terimle anlatacak olursak talep ile arz arasındaki uçurum büyüyor; talep giderek daha fazla çeşitleniyor, oysa arz giderek daha çok homojenleşiyor. İki tane gerilim var ve bu baskı sürekli artıyor. Dolayısıyla hem kamusal kaynakların üzerindeki baskı, hem de vatandaşların kendi kıt kaynağı, kendi bütçesi üzerindeki baskı artıyor. Bu, toplumun vicdanında da, geleceğinde de büyük yaralar açar. Eğitimi diğer politika alanlarından ayıran en önemli özelliklerden biri de bu.

Peki, neoliberal eğilimlerin Türkiye’deki eğitim sistemi üzerinde yarattığı gerilimler ile dünyadaki neoliberal eğilimlerin yarattığı gerilimler arasında nasıl bir benzerlik ya da zıtlık var?

Uluslararası akademik çalışmalara baktığımızda, dünya da aynı problemle karşı karşıya. Ancak her ülke için bu farklı. Çünkü eğitim kültür politikasının; genel anlamda vatandaş yaratma, toplum yaratma politikalarının bir parçası. Dolayısıyla bu tarihsel olarak biçimlenmiş bir şey; aynı tepkiyi görmek çok mümkün değil.

Bir süredir sosyal medyada, gazete ve televizyonlarda Finlandiya üzerine pek çok tartışma dönüyor. Amerikalılar da ah vah ediyor, kimi Finlandiya’yı övüyor. Ama Almanlar, Fransızlar ah vah etmiyor. Neden Amerika’dan ve Türkiye’den ah vah çıkıyor? Bu, belirli türden bir devlet-toplum ilişkisi ya da ekonomi politikalarının yönelimiyle ilgili. Dünya üzerinde genellemek değil, ancak serbest piyasacı eğilimler yoğunsa, gerilim de daha yoğun. Yoksulluk endekslerinde de ortaya çıkıyor bu durum. Yani toplumsal adaletsizlik, gelir uçurumu nerede keskinleşmişse, orada eğitim politikaları da berbat halde.

Tarihsel bir mesele var ortada ve Türkiye’nin yükseköğretim politikaları üzerine yapmış olduğum çalışmada ortaya koyduğum gibi üç temel model var. Bunları tüm eğitim politikalarına genelleyebiliriz. Bir tanesi daha muhafazakar ama daha komüniteryen olan yaklaşım. Bu yaklaşım, akademide daha çok Humboldt modeline tekabül eden, meslektaşların birlikteliğine dayanan, kıymeti kendinden menkullerin birliği olarak görülen bir model. Bir diğeri tamamıyla devlet merkezli, devletin her şeyi yönlendirdiği, uzun vadeli planı programı olan model. Diğeri ise piyasa modeli. Türkiye’ye baktığımızda bu piyasa modeline uygun gibi görünüyor ama öyle değil. Özellikle küreselleşmeyle ve liberal politikaların küresel yayılımı nedeniyle ilginç bir karışım oluşuyor. Türkiye’deki eğitim politikası hibrit model ve bu üç yaklaşımın da en kötü yönlerini alıyor. Yani, devlet bir yandan tek elden her şeyi standartlaştırmaya çalışıyor, ama bunu vatandaşın cebinden parasını ödeterek yaptırmaya çalışıyor. Diğer yandan da, en azından yükseköğretim alanında, hocalar burnundan kıl aldırmıyor. Hep “Türkiye de neoliberalleşti.” denir ama öyle değil. Küreselleşmeyle beraber üç yaklaşımında en kötü tarafı alınıp nasıl olur da işlemez bir şey çıkartırız diye bir araya getirildi. Yükseköğretim de dahil olmak üzere, eğitim politikalarında bir tür politika felci yaşıyoruz. Kurumsal bir kilitlenme var. Talep çok büyüyor, bu talebe bağlı olarak elindeki kaynaklar kısıtlı olduğundan vakıf okulları ve özel okullar ki bunun içine dini cemaatler de var, devreye giriyor. Sen bunların hepsini standartlaştırmaya da çalışıyorsun bir yandan ama bir yandan yarışmacı bir mantıkla, yarışmacı bir baskı altında bunu yapıyorsun. Piyasa mekanizmasıyla standartlaşma yapmaya çalışırken aralarında doğal ayrımlar çıkıyor. Ortaya çok kötü pişirilmiş bir çorba çıkıyor ve işin kötüsü başında aşçı da yok. Herkes kendince bir tuz ekliyor bu sistemin içine. Herkes kendi ağzının tadına göre bir şey ekliyor ve ortaya tuhaf bir çorba çıkıyor. Ancak bu işin başında bir MEB, arkada güçlü bir siyasi irade bulunması lazım.

Görüyoruz ki eğitim bir mesele değil, eğitim daha çok siyasi manevra alanı; başka hesapların görüldüğü bir çatışma alanı. Kendi başına bir problem olarak doğrudan ele alındığı kanaatinde çok değilim. Ciddi gibi gözüküyor ama çok ciddi ele alınmıyor. Örnek vereyim, Türkiye’deki ekonomi bakanının kaç yıl hizmet verdiğine bakın. Kaç tane ekonomi bakanı değişmiş son siyasi istikrarsızlık döneminde? Kaç tane milli eğitim bakanı değişmiş? Ortalama iki yıl en fazla. Halbuki hizmet 20 yıl sürüyor, milli eğitim bakanının personelin adını öğrenmesi bir yılını alır. “Ne yapıyoruz biz?”i anlayana kadar zaten olan oluyor ve iş milli eğitim bakanın sırtına biniyor. Çünkü çok pis bir iş, kimse yapmak istemiyor. Buna kilitledik bu işi diyorlar sanki. Milli eğitim bakanı hele de eğitimci değilse, ortaya bir yapboz tablosu çıkıyor. Bunu herkes söyler zaten, bu benim kendi tespitim değil.

Türkiye’deki eğilimde diğer ülkelerden farklı olarak bir devamlılık ve devamsızlık sorunu var, kendi geleneğini de kuramıyor o yüzden. Türkiye’nin diğerlerinden bir farkı var ama bu olumsuz anlamda bir fark. Bir farkımız var ama övünemiyoruz; sondan birincilik farkı gibi diyelim. Bu yüzden çözümü de yapısal olmak zorunda. Artık dikiş tutmuyor, oradan yapıyorsunuz buradan bir şey patlıyor. Bunun için milli mutabakat hükümeti gibi toplumsal bir mutabakat gerekiyor. Bu toplumsal uzlaşıyı Türkiye gibi bir ülkede nerden kurarız derseniz doğrudan siyaset üzerinden kuramazsınız. Bir siyaset, dünya görüşü, ideoloji vs. üzerinden değil daha somut temel bir yerden, sosyal adalet üzerinden kurabilirsiniz. O zaman herkes masaya gelebilir. Toplumsal eşitsizlik üzerinden kurarsanız herkesi masa etrafına toplarsınız ve önce oradan başlanır. Ben kimlik tartışmaları, inanç tartışmalarının bizi hiçbir yere götürmeyeceğini düşünüyorum. En azından şu piyasacılık meselesini bir kenara bırakacak, toplumsal eşitsizliği aşacak bir program etrafında oturmak gerekir. Türkiye’de de bunun zemini oluşabilir. Çünkü çok büyük toplumsal eşitsizlikler var ülkemizde.

İronik olacak söylediklerim ama Türkiye’de iki tane gerilim aksı var. Yaptığım çalışmada ikisinden bahsetmiştim. Birisi toplumsal adaletsizlik var mı yok mu, bir diğeri ulusal birlik vurgusu var mı yok mu, ulusal birlik ve beraberlik iktidarın dünya görüşüne bağlı olarak seküler mi dini mi olacak. Türkiye bu ikili matrisin dört kesim noktasında farklı farklı politikalara, bir kareden öbür kareye doğru sürekli sıçrıyor. Türkiye’nin eğitim politikasında piyasaya uygun, yani serbest piyasaya uygun, insan yetiştirecek miyiz, alt yapı hazırlayacak mıyız gibi bir gerilimi de var. Dolayısıyla bu üç tane gerilim sürekli sağa sola savuruyor bizim eğitim politikalarımızı.

Bölüm II

Sizin gözünüzden eğitim nedir?

“Hoca nasıl olacak bu işler, nasıl çözülecek? “diyorsanız, bu iş uzun vadeli düşünceler ve ilkelerle belirlenir derim. Bir gün oturdum, ulusal toplumsal eğitime yönelik kendi programımı yazma düşüncesi ile. Ben olsam nasıl bir program yazardım. Ben alaylı bir eğitimciyim. Araştırmacı yönümle bulduklarımdan, biraz da insani vicdani kanaatlerimden yola çıkarak çıkardığım bir şey var. Buna da kendi çapımda bir isim verdim ki bu isimden arkasındaki felsefe de ortaya çıkacak; “Toplumsal Öğrenim Ve Gelişme Üzerine Ön Düşünceler” ; ilkeler ve kavramlara dayalı bir “Öğrenen Toplum Programı“. İşi devlete bırakırsak olmuyor.

Bu bilgi toplumunu da içeriyor galiba?

Evet, bilgi toplumunu içeriyor ama bilgi toplumunun biraz içi boş. Bilgelik olmadan bilgi olmaz. Enformasyon toplumu ya da enformasyonu, ham veriyi işleyebilecek bilgisayar başında excell kullanabilen toplum diyelim. Bilgi toplumu başka bir şey. İşin içinde bilgelik olmayan şeyden hiçbir şey çıkartamazsınız. Bilgelik de kendini bilmekle başlar. O zaman “biz kimiz” sorusuna da yanıt arayan toplumun programı olması lazım. O yüzden öğrenen toplum mutlaka bir öğreticiyi var sayar, ondan sonra öğreneni getirir. Hâlbuki öğrenme eylemini öne alıp öğretmeyi arka plana alırsak, o zaman öğrenme çabası içinde olan, bunun derdinde olan, yani bunun iştiyakı içinde olan bir toplum olabilir. Eskilerin tabiriyle bilginin peşinde koşan, merak eden, öğrenen, soran bir toplum demek daha doğru olur. Çünkü toplumun yapacağı bir iş bu. Buna dair bir iş yapıyoruz. Hani kafasına vurarak sana şunu öğreteceğim derseniz öğrenilmiyor. İnsanda irade var zorla dayatarak hiçbir şey yapmaz. Bizim memleketimiz zorla güzellik merkezi olduğu için…

Bu iş bireylerin dünyaya bakışını, kendine bakışını dönüştürmekle başlar. O yüzden bir kıvılcım çakmak gerekir. Eğitim insanın hayatı hakkında. İnsan niye eğitim alır, niye eğitirsiniz bir insanı, niye eğitim var? Çok basit bir soru ama cevabı yok. Aslında var daha iyi bir insan olmak için, karnını doyurmak içi. Bu değil midir? Eğitim bir insana deneyim aktarmak değil mi özetle? Deneyimi niye aktarırız? Hata yapmasın, başına bir iş gelmesin, mutsuz olmasın hayatta kalsın, başı beladan kurtulsun diye.

İnsanın ilk sıçraması soyut düşünmeyle başlar. Ama o soyut düşünmede sana kavramları getirir. O kavramları son iki kuşağa aktardığında, olayla veya durumla karşılaşmasa bile o kuşaklara problem çözme yeteneğini getirir. Yani eğitim sadece milli refahımız on bin dolara, on beş bin dolara çıksın diye yapılmaz. On beş bin olunca nasıl çıktı bu on beş bin dolara diye bakarsın. Ve insan, insan gibi onuruyla yaşasın diye yapılır eğitim. Doğduktan sonra bizi bir su tankının içine koysalar, dışardan rahatsızlık verecek hiç bir durum olmasa lahana olarak kalırsın orda. İnsan olmak insanların içine girmekle olur, onlardan bir şey öğrenmekle olur. Diğer canlılara baktığımızda durum biraz farklı. Filin yavrusu doğuyor iki saat sonra çıkıp yürüyor annesiyle beraber. Bizde çocuk senle beraber yürüyor, kendi başına yürüme yeteneği 18-20 yıl sürüyor. Birisi iki saat sürüyor diğeri 20 yıl sürüyor. Bizim canlı türünün hayatta kalabilmesi için eğitim şart. Ama ondan sonra devam ediyor anne fil yavrusuna avlanmayı öğretiyor, nerden suyu bulacağını öğretiyor yoksa hayatta kalamaz. Dolayısıyla bir hayatta kalma, insanca yaşama, mutlu olma ve adalet duygusunu zedelememe, eşitlik içinde olma bunlardır işin temeli.

Çok basit herkesin üzerinde anlaşacağı biraz akıl yürüten herkesin de vicdanlarını sorguladığında varacağı sonuçlar bunlar. Dolayısıyla temel ilkelerim; (1) Yaşama ve canlıya saygı esastır, (2) İnsan saygıya layıktır, (3) Her insan bu saygıyı hak etmek zorundadır. Sorumluluk meselesi, irade göstermeden sorumluluk almadan toplumsallaşamazsın. Diğer insanlara her türlü saygısızlığı, kötülüğü yap, karşılığında saygı ve iyilik bekle; bu anlamlı değil. (4) İnsan olmanın temeli; yapmaktır, inşa etmektir. Öğrenmek, inşa etmek demektir. (5) Öğrenmek yaşama, insanlara değer katmak demektir. Beş tane temel ilke bu bırakın sağı- solu herhangi bir insanla konuştuğunuzda varacağı makul sonuçlardır.

Buradan yola çıkarak felsefi temelleri koyduğumuzda o zaman öğrenci ve öğretmen denen kategorileri yeniden tarif etmemiz gerekir. Öğretmen eline tebeşir alıp kara tahtanın başına geçip “Ödeviniz bu çocuklar.” diyen kişi değildir. Öğrenci de defterine not tutup ödev yapan, sınava giren kişi değildir. Biz burada kişilerden değil, eylemden bahsediyoruz; yani öğrenme eyleminin taraflarından. Bu ilişkisel bir şey, öğrenmek işin merkezinde, öğretmek ise bunun diğer yüzü. Burada tarifleri verirken toplumsal kategorilerden bahsettiğimi düşünün lütfen, kişilerden değil. Herkes birbirinin öğretmeni, herkes birbirinin öğrencisidir. Benim öğrenci tanımıma göre öğrenci, öğrenme amacında olandır.

Bizim genç kuşaklara bir amaç vermemiz lazım. Hedef göstermek demiyorum, bir amaç duygusunu onlara hissettirmemiz lazım. İnsanın hedefi olursa oraya doğru yürür, o iradeyi de çabayı da gösterir. Ama hedefsiz bırakırsanız dersten de kaytarır, ciddiye almaz dersleri. İkincisi öğrenme eylemi zaman ve mekan tanıyan bir şey değildir. Öğrenme eylemi sınıfta olan bir şey değil. Bir öğrenci diyelim ODTÜ’de 15 saat ders alıyor. Bir haftada 168 saatiniz var. Bunun üçte birini uykuya verseniz, 100-120 saat kalır geriye. Bu 100-120 saatin 15 saatini, yani yaklaşık yedide birini sınıfta geçiriyorsunuz. Kantinde arkadaşlarınızla sohbet ederken, sosyal medyada bir şey okurken, TV izlerken, resim yaparken, şiir okurken öğreniyorsunuz. Dış çevreyle ilişki halindesiniz çünkü. Çünkü insanın zihni bölünüp parçalanabilir bir şey değil. Kafamızda matematik sektörü, fizik sektörü gibi beynimiz dilimlenmiş değil. İnsan beyni ve insan zihni bir pakettir. Dolayısıyla öğrenmek çok boyutlu ve devam eden bir süreç. O yüzden önce bir büyük resimle başlatmak, amacı ortaya koymak ve birden fazla mecradan öğrenebileceğini öğretmek gerekir illa bir şey öğreteceksek. Uzmanlaşma sonra gelmelidir.

Öğrencinin birinci ödevi kendisini tanımaktır. Türkiye’de insanlar çok kolay birini eleştiriyor ancak öz eleştiri ve kendini tanıma çabası yok; ben görmüyorum kendini tanıma çabası içinde olan. Öğrencinin ikinci ödevi kendine saygı duymaktır. Kendine saygı duymayan, varlığının farkında olmayan diğerlerine saygı gösterip, dikkate alıp onlardan bir şey öğrenmez. Bizde saygı hep muhafazakar bir şey. İktidara, güce boyun eğmekle ilişkili gibi. Hayır, saygı kendinin farkında olmak, diğerinin varlığının farkında olmak demektir. Çok demokratik bir şeydir. Kendi varlığının farkında olan, kendine kıymet veren diğerinin de kıymetini bilir. Öğrencinin üçüncü ödevi öğrenmeyi öğrenmektir. Öğrenci zaten nasıl öğrenirim diye merak eder gider. Profesyonel olarak öğretmenlik yapanın işi temel atmaktır, öğretmek değildir. Geri kalanını öğrencinin kendisi, ailesi, toplum birlikte inşa ediyor zaten. Yoksa sen öğrencinin hayatını gözlemekle mükellef değilsin, buna gücün de yetmez imkanın da.

Öğrenci aynı zamanda bir öğretmendir demiştim. Bu kanıya nerden vardım? Bu laf oyunuyla çıkardığım bir şey değil. Yaptığım bir araştırma da çıkan bir sonuç. 2011 yılında fakültenin bütün 4.sınıf öğrencilerine anket uyguladım oradan çıkan şey şu; bizim üniversitemizde öğrenciler öğrenmeyi ne zaman peki? Arkadaş grubu içine girdiğinde. Kütüphane nasıl kullanır, ödev nasıl hazırlanır, nasıl derse çalışılır, bunları arkadaşlarından öğreniyor. Üstü örtük bilgi öyle aktarılıyor. Bizim evde de küçük oğlumuza bir şey öğretmek istediğimizde abisine söylüyoruz, o anlatıyor ve hemen kapıyor. Deneyimliyorum, bire bir görüyorum bunu ben de. İnsanlar birbirinden çok şey öğreniyor ve çok hızlı öğreniyor. Her öğrenci aslında bir öğretmen ise onlara öğretmenliği de öğretmek zorundayız. Diğerlerine deneyimini nasıl aktaracağını öğretmeliyiz. İnsanlara genç yaşta başkasıyla nasıl iletişim kurulur, bir fikir öbürünü yıkmadan, kırmadan dönüştürecek şekilde nasıl aktarılır öğretmek zorundayız.

İşin aslına baktığımız zaman, eğitim bu kadar masraflı bir iş de değil. Eğitimi her yere yayarsan, herkesi öğretmen yaparsan iş yükün azalır. İyi kurgularsan iktisadi anlamda maliyetten de kurtarır. O yüzden eğitim tasarlanması gereken bir şeydir. Akılcılık gerekir bu yönden bakıldığında. Öğrenme ve öğretme eylemini herkese yayıyorsak, o zaman sınıfların dışına çıkarmak zorunda okul kavramı. Her yer okul olmak zorunda. Burada da benim tarifim, okulun, insanın kendisini en rahat hissettiği yer gibi, yani evi gibi düşünülerek tasarlanmalı ve evlerde birer okula dönüştürülmelidir. Ev-okul ayrımını da reddediyorum o yüzden.

Diğer taraftan öğrenme ve öğretme faaliyeti bir mekanda, kentlerin içinde gerçekleşiyor. Ben de kent çalışmaları kökenliyim ve araştırma çabalarıma devam ediyorum. İnsanlar orda karşılaşıyor, çünkü orda toplumsallaşıyor, orda o toplumsallığın kültürü üretiliyor. Neden biz kentleri birer okul olarak düşünmüyoruz, kurgulamıyoruz ya da öyle müdahale etmiyoruz? Öğrenmeye sokaklarda, meydanlarda devam ediyoruz. Niye sokaklar, meydanlar bir öğrenme mecrası haline gelmiyor? Bunu derken, çıkalım açık havada ders yapalım demek istemiyorum. İnsanların öğrenmesi için insanların neyi öğrendiğini ve nasıl öğrendiğini tartışmamız lazım. O zaman kentin tasarımı da fiziksel mekanın tasarımına kadar gider. Neden biz kentleri bu öğrenen toplum projesi kapsamında yeniden kurgulayamayalım? Kentler bir kültür ve medeniyet projesiyse, işin ruhu da orda. O kentler bizi aceleci, birbirine saygısız, yolda korna basan, yayanın üstüne süren, kavgacı insanlar haline getiriyor. Kentler karakterimizi şekillendiriyor. Bize hayata da öyle bakmayı öğretiyor. Hayat bir mücadeledir diye öğretiyor. Birisi trafikte önüne kırıveriyor, acımasızlığı öğretiyor sana. Hayata kalmak için acımasız olmalısın mesajını veriyor sürekli. Dolayısıyla şehirler de birer öğretmendir.

Hali hazırda Türkiye’deki şehirler bakınca kafası dağınık, şizofren, parçalanmış ruhları olan öğretmenlerdir. Bu öğretmenin öğrencileri de bu hale gelir. Dolayısıyla şunu sormalıyız; şehirler bize neler öğretiyor, biz şehirlerden neler öğreniyoruz. Bunu hiç sorgulamadık, bunu sorgulamamız lazım. Kentsel eğitim (urban education) deyince kentsel ortamda gerçekleşen eğitim düşünülüyor. Kentsel eğitimi baştan düşünmeliyiz. Çünkü medeniyet şehirde çıkmıştır, okuma yazma şehirde çıkmıştır, oranın parçasıdır. Dolayısıyla kent öğretmendir, evlatlarına da vatandaşlarına da öğretir. Burada yapılması gereken şeylerden biri şehirlerimizi birer okul olarak görmek, o gözle yapılandırmak ve hatta müfredata kent bilgisi dersi koymak. Kent bilgisi demek, aslında toplumsallık bilgisi demek; vatandaşlık bilgisi, coğrafya bilgisi gibi. Kent nedir, kentli olmak ne demektir, biz burada ne yapıyoruz, bunlar aktarılabilir. Bu bireyin yaşadığı yerin farkındalığını, aynı zaman da bir topluluğun parçası olduğunun farkındalığını geliştirir. Ama bu da yetmez; bireyin içinde yaşadığı ülkenin diğer yörelerinin, başka coğrafyaların olduğunu bilmesi lazım. Bu basit bir coğrafya ya da vatandaşlık bilgisi dersini kat be kat aşan bir şey.

Şimdi bizim ülke garip bir ülke. Hem bireysel olarak yabancılarız, yan yanayken yabancılarız, hem de memleketin doğusundan, batısından, kuzeyinden, güneyinden haberi yok. O zaman nasıl toplumda biz bilinci oluşacak? Dolayısıyla ülkenin alt coğrafyalarının kültürünün birbirine aktarılması gerekiyor. Oradan kardeş okul tuttuk, gidip birbirimize kitap desteği yapalım ile olmaz. O bir tür hiyerarşi, bir üst-alt ilişkisi inşa eder. Kötü biçimde ülkeyi tanıma bilgisi böyle bir şey. Dolayısıyla ben olsam ilkokulda ve ortaokulun başlarında bu dersleri koyar ve bunun bilgisiyle donatmış olarak çıkarırım çocukları her şeyden önce. Biz olma bilgisini vatandaşlık bilgisini baştan veririm. Pedagoglar ne, öğrenciler algılar mı bilmem ancak analizden çıkardığım felsefi çıkış notları, öğrendiklerim bunlar.

Köy enstitüleri bu anlamda kapsamlı eğitimin verildiği, bir felsefesi olan yerlerdi. O zaman toplum kırsaldı, kent köyde yaşıyordu. Bu anlattıklarımla köy enstitülerinin çıkış noktasında farklı şeyler söylemedim aslında. Benim burada önerim bizim şehir enstitüleri benzeri yapılar kurmamız. Kent hakkında bilimsel araştırma yapan yerlerden bahsetmiyorum. Bizim kenti, kentliyi eğitecek enstitülere ihtiyacımız var. Niye meslek lisesi dediğimiz yerler bir kent enstitüsü haline gelmesin, niye biz liselerimizi böyle kurgulamayalım? Bu kapsamlı eğitimi veren, uzmanlık eğitimini de veren yerlerden söz ediyorum. Yani bir çocuk çok iyi tornacı olacak, elektronik konusunda uzman olacak, çok iyi resim yapacak, klasik müzik eseri besteleyebilecek, çok iyi kimya deneyi yapmayı bilecek… Dün bir yerde okudum çocuklar Japonya’da lise 2-3. sınıfta bir maddenin içeriğini değiştirmenin yolunu bulmuşlar. 16-17 yaşında bir çocuk bunu yapabiliyor, yapabilir. Bunun için doktoraya kadar beklemek gerekmiyor; liseden başlatacaksınız. Bence eğitimi tamamıyla yüksek lisans ve doktora mantığıyla kurgulanabilir. İlkokul değil ama ortaokuldan itibaren üniversite mantığıyla kurgulanabilir.

Eğitim sistemi domino taşı gibidir kendi içinde; ortaokuldan ne verirsen üniversiteden de o çıkıyor sonuç itibariyle. Sen ilkokuldan itibaren test mantığı verirsen, sonunda bu üniversitenin kapısını zorlar, üniversiteden içeri girer ve üniversiteyi lise yapar, yüksek lise yapar. Bunu öğretilen, dikte edilen yer anlamında söylüyorum. O zaman ben bu domino taşını tersine çeviririm. Bu kültürü, bu düşünüş biçimini üniversiteden ilkokula doğru aktarırım. Belki ben üniversitede hoca olduğum için böyle düşüyorum.

Bu önemli bir konu; ortaöğretimdeki öğrencinin yeterliliğinden yükseköğretim memnun değil, akademisyenler memnun değil, yükseköğretimin çıktılarından da ekonomi memnun değil.

Çözümü şu, adını açıkça koyalım ve üniversiteye yüksek lise diyelim. Çünkü bunun arası yok. Ya da problemi üreten bu mantıksa, o zaman dediğim gibi mantığı üniversiteden ortaöğretime çekelim. İlkokuldan itibaren işin temelini anlatan, felsefesini, toplumsallaşmayı, vatandaşlık bilgisini, analitik düşünmeyi öğreten bir sistemden söz ediyorum. Sonra ortaokulda öğrenci, mesela, fen bilimlerinde deney yapma tekniğini öğrenmeli ve liseye geldiği zaman artık bilimsel araştırma yapabilecek kapasitesi olmalı. Belki iyi bir fikir olmayabilir ama bence üniversite 1 ve 2. sınıf müfredatı liseye konabilir. Üniversitede öğrencilerin uyum sorunu ilk iki sene sürüyor; üniversite öğrencisi olmayı öğrenmeden geliyorlar. Esas 3. ve 4. sınıflarda öğrenci hakikaten bir şey öğrenmeye ve bir şey yapmaya başlıyor. Akademik yetenekleri iki seneden sonra gelişiyor. O yüzden ben bunun iki senesini liseye alırdım. Yani lise dört sene olur ama onu 2+2 olarak bölerim. Zincirlerin ara zincirlerle birbirine bağlarım.

Ondan sonra da lisans eğitimine yüksek lisansın entegre edilmesi gerekiyor. Alman sisteminden çok farklı değil bu dediğim. Bunlar benim icat ettiğim şeylerde değil, pratikte olan, uygulanan şeyler. Sağlam bilim oryantasyonu ortaokulda, lisede kazanıldığında, öğrenci üniversitede hakikaten işin uzmanı olur. Diplomasını aldığında rahatça Ar-Ge yapabilecek duruma gelir. Bilgiyi araştıracak, üretecek insan olarak üniversiteden mezun ederiz onları. Gönül rahatlığıyla mezun ettik deriz. Tabii istihdam piyasası için de planlama gerekir, öğretmenlerin en az yüksek lisans düzeyinde eğitim sahibi olması gerekir. Önümüzdeki 15-20 yılı düşünerek birilerinin bu işi ciddiyetle ele alması lazım diye düşünüyorum.