Hayat Nasıl? 2015

Hayat Nasıl? 2015

TEDMEM tarafından yayımlanan 2015 Eğitim Değerlendirme Raporu’nda yer aldığı haliyle paylaşılmıştır.

Raporun Öne Çıkan Bulguları

OECD tarafından hazırlanan “Hayat Nasıl?” serisinin üçüncüsü olan Hayat Nasıl?-2015 Ekim ayında yayımlanmıştır. Raporda bireylerin hem maddi hem de bireysel iyi olma hali göz önünde bulundurularak, genel perspektifte insan yaşamı kalitesine odaklanılmıştır. Çeşitli rapor ve çalışmalarda farklı kapsamlarda tanımlanan iyi olma hali, Hayat Nasıl? 2015 raporunda 11 boyut üzerinden ele alınmıştır. Bu boyutlar sırasıyla; gelir ve servet, sağlık statüsü, işler ve kazançlar, barınma, iş-yaşam dengesi, eğitim ve beceriler, sosyal bağlantılar, sivil katılım ve yönetişim, çevresel kalite, kişisel güvenlik ve son olarak öznel iyi olma halidir. Türkiye’nin genel durumda iyi olma haliyle ilişkilendirilen 11 boyuttan yalnızca sivil katılım konusunda ortalama üstü olduğu, diğer bütün boyutlarda ortalama altında bulunduğu görülmüştür.

Önceki yıllarda yayımlanan “Hayat Nasıl?” raporlarından farklı olarak, 2015 yılında çocuğun iyi olma hali dokümanın merkezine alınmıştır. Çocuklar için hayat nasıl sorusu ise 10 boyut üzerinden incelenmiştir. Çocukların hayat kalitesi için seçilen göstergeler 2 başlık altında toplanmıştır. Bu başlıkların kapsamı, çocukların içinde yaşadığı ailenin iyi olma hali ile çocuğa özgü iyi olma haline dair koşullardan oluşmaktadır. İlk başlık altında gelir ve servet, işler ve kazançlar, barınma koşulları, çevresel kalite; ikinci başlık altında ise sağlık durumu, eğitim ve beceriler, sivil katılım, sosyal ve ailevi ortam, kişisel güvenlik ve öznel iyi olma hali ele alınmıştır.

1. Ailenin İyi Olma Hali
a. Hane Halkı Gelir Düzeyi

Çocukların ihtiyaçlarının karşılanması ile doğrudan ilişkili olan hane halkı gelir düzeyi, çocuğun iyi olma hali üzerinde doğrudan etkisi olan boyutlardan biridir. Bir ailenin gelir düzeyi, çocukların maddi olarak nasıl imkânlara sahip olabileceği üzerinde belirleyici rol oynamaktadır. Geliri yüksek aileler çocuklarının okul ve maddi ihtiyaçlarını karşılamada daha fazla olanağa sahiptir. Ayrıca çocuklarına daha uygun barınma ve beslenme imkânları sağlayabilmektedir. Bulgular çocukluk yıllarındaki yoksulluğun kötü sağlık koşulları ve okul performansıyla, yetişkinlikte ise daha az kazançla ilişkili olduğunu ortaya koymaktadır.

Çocuk başına düşen harcanabilir gelire bakıldığında, OECD ülkeleri arasında ciddi farklılıkların olduğu gözlenmektedir. 2011 yılı verilerine göre Lüksemburg ve Norveç çocuk başına harcanabilir gelir ortalamasında en üst sırada yer alırken, bu gelir ortalamasının Türkiye’den yaklaşık dört kat daha fazla olduğu görülmektedir. Çocuk yoksulluğu incelendiğinde ise, kuzey ülkelerinde çocuk yoksulluğunun çok düşük oranlarda seyrettiği görülmektedir. Yüksek çocuk yoksulluğu oranlarına sahip Türkiye, Meksika ve İsrail’de çocukların dörtte birinden fazlası yoksulluk içinde yaşamaktadır. Türkiye’de çocukların gelir yoksulluğu, bu oranın en düşük olduğu Danimarka ile kıyaslandığında yedi kat fazla olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’de de olduğu gibi, çoğu OECD ülkesinde çocuk yoksulluk oranları, genel yoksulluk oranlarından fazladır. Diğer taraftan Kore, Finlandiya, Norveç, Danimarka gibi ülkelerde toplumun geneline göre çocukların karşı karşıya olduğu yoksulluk riski daha düşüktür.

2007 ve 2011 yılları arasındaki çocuk yoksulluğu oranındaki değişim, Türkiye açısından oldukça dikkat çekicidir. 2007 verileriyle kıyaslandığında çocuk yoksulluğunun yükseliş gösterdiği ülkeler arasında en büyük artışın %7’lik bir oranla Macaristan’da, ardından %5’lik oranla Türkiye ve İspanya’da olduğu ortaya konmuştur.

b. İşler ve kazançlar

Ebeveynlerin işsizlik durumları çocukları hayatın bütün alanlarında etkileyebilmektedir. Raporun bu bölümünde Türkiye’ye ilişkin veriler bulunmamakla birlikte, Macaristan, Birleşik Krallık ve İspanya’da çalışan bir yetişkinin olmadığı hanelerde yaşayan çocukların oranı %15’tir. Hanede en az bir ebeveynin 12 aydan fazla istihdam edilemediği durumlar Hollanda, İsviçre, Avustralya gibi ülkelerde yok sayılabilir derecede düşüktür. Ancak İrlanda ve Portekiz gibi ülkelerde bu durumda olan çocukların oranı %15 civarındadır.

c. Barınma koşulları

Birleşmiş Millet Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin maddelerden biri gereğince, her çocuğun uygun barınma koşullarına sahip olma hakkı vardır. Uygun barınma koşullarına ilişkin iki temel gösterge bulunmaktadır; bunlardan ilki çocuk başına düşen ortalama oda sayısı, ikincisi ise temel olanakları olmayan evlerde yaşayan çocukların oranıdır. OECD ortalamasına bakıldığında, kişi başına bir oda düştüğü görülürken, İrlanda ve Belçika’nın listenin en başında yer aldığı; Meksika’da ise çocukların oldukça kalabalık bir ortamda yaşadığı görülmektedir.

d. Çevresel Kalite

Çocuklar özellikle hava kirliliğine ve çevresel risklere karşı korunmasızdır. Beş yaş altı çocuklar arasındaki ölüm sebeplerinin %20’si solunum yolları enfeksiyonuna bağlıdır. Bu konudaki veriler sınırlı olmakla beraber, ölçümlerde 0-17 yaş arasındaki nüfusun yaşadığı çevredeki gürültü, kirlilik ve diğer çevresel sorunlara bakılmıştır. Kötü çevresel koşullar altında yaşayan çocukların oranı en düşük olan ülkeler sırasıyla Avustralya, İrlanda, Kuzey ülkeleri, Polonya ve Macaristan olarak saptanmıştır. Spektrumun diğer ucunda ise Yunanistan, Almanya, Hollanda ve Belçika bulunmaktadır. Bu bölümde Türkiye’ye ait veri bulunmamaktadır.

2. Çocuğa Özgü İyi Olma Hali
a. Sağlık Durumu

Çocuğa özgü iyi olma haline ilişkin koşulların başında gelen sağlık durumu kapsamında, yeni doğanlar için ölüm oranı ve düşük doğum ağırlığı ana göstergeler olarak tanımlanmıştır. Kişilerin kendileri tarafından beyan edilen aşırı kiloluluk yaygınlığı ve obezite olarak belirtilen diğer iki gösterge 11, 13 ve 15 yaş için raporlanmıştır. Ayrıca 10-19 yaş aralığı için tespit edilen intihar oranları ve ergen doğum oranları, geç çocukluk döneminin göstergeleri olarak tanımlanmıştır.

Yeni doğanlarda ölüm oranları anne ve bebek sağlığına dair gözlenebilen ve gözlenemeyen birçok faktörün yanı sıra, sağlık sistemlerinin etkinliği ve özellikleri hakkında da fikir vermektedir. Çoğu OECD ülkesinde yeni doğan ölüm oranlarının düşük ya da çok düşük olduğu gözlenirken, en düşük oranlar İzlanda, Japonya ve Slovenya’da kaydedilmiştir. 2012 itibariyle Meksika’da doğan 1000 bebekten yaklaşık 13’ü hayatını kaybetmiştir. Meksika bu oranla en yüksek bebek ölüm oranına sahiptir. 2012 yılında üçüncü sırada olan Türkiye, 2007 yılından sonra en büyük gelişmeyi kaydetmiş ve sıralamada on üçüncülükten yedinciliğe düşmüştür.

Dünya Sağlık Örgütü’nün 2,5 kilodan az doğanlar olarak tanımladığı düşük kiloda doğan bebekler, yeni doğan bebeklerle ilgili önemli bir sağlık göstergesi olarak ele alınmaktadır. Kuzey ülkeleri düşük kiloda doğan bebek oranının en az olduğu OECD ülkeleridir. 2007-2012 yılları arasında OECD ortalaması değişmezken, bu konuda en fazla ilerleme kaydeden ülkeler arasında Türkiye ve Meksika yer almaktadır. Lüksemburg ve Yunanistan’da ise söz konusu oranlarda gerileme olduğu ortaya konmuştur. Türkiye yakaladığı ivmeye rağmen, Yunanistan ve Japonya’nın ardından düşük kiloda doğan bebek oranının en yüksek olduğu üçüncü ülke olarak hâlâ dikkat çekmektedir.

Kendi sağlık durumunun kötü ya da zayıf olduğunu beyan eden 11, 13 ve 15 yaşındaki çocukların oranının en fazla olduğu ülkelerin Birleşik Devletler (%21,1), Birleşik Krallık (%20,4), Macaristan (%19,9) ve Belçika (%19,0) olduğu görülmektedir. Türkiye ise yaklaşık %13’lük bir ortalamayla sekizinci sırada yer almaktadır. Yunanistan (%6,4) ve İspanya (%6,7) ise sağlık durumunun kötü ya da zayıf olduğunu beyan eden çocukların oranının en düşük olduğu ülkelerdir.

Bir diğer sağlık göstergesi olarak aşırı kilolu veya obez çocuk oranları incelenmiştir. Hem genelde hem de ayrı ayrı 11, 13 ve 15 yaşları için en yüksek aşırı kilolu veya obez çocuk oranlarının Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu belirlenmiştir. ABD ortalaması aşırı kiloluluk için %29,30, obezite için ise %9,02’dir. ABD’yi takip eden Kanada için bu oranlar sırasıyla %20,90 ve %4,74’tür. Bu başlık altında kaydedilen en düşük oranlar Danimarka, Hollanda ve İsviçre’ye aittir. Türkiye’ye ait aşırı kilolu veya obez çocuk oranları (%1,63 ve %12,80), OECD ortalamasının (%2,65 ve %14,88) altında seyretmektedir.

Bir diğer boyut olan çocukların akıl sağlığıyla ilgili objektif bir şekilde ölçülmüş verilere ulaşılmamaktadır. Ancak intihar oranları bu konuda fikir verebilecek niteliktedir. OECD ülkeleri genelinde 10-19 yaş aralığındaki çocukların intihar oranının en düşük olduğu ülkeler sırasıyla Yunanistan, Portekiz, İspanya ve Türkiye’dir.

Ergen doğum oranları hem gençlerin cinsel sağlığı hem de yeni doğan bebeklerle ilgili oluşabilecek sağlık riskleri açısından oldukça önemlidir. OECD genelinde bu oranlar oldukça düşüktür. 15-19 yaşındaki her bin genç kızdan kaç tanesinin doğum yaptığı üzerinden elde edilen veriler, Türkiye için oldukça çarpıcı sonuçlar ortaya koymaktadır. 2007’den itibaren bu oranda düşüş görülse de, dördüncü sırada olan Türkiye’de 15-19 yaş arası her 1000 genç kızdan yaklaşık 31 tanesi doğum yapmaktadır. OECD ortalamasında bu sayının yaklaşık olarak 13 olduğu görülürken, Türkiye ortalamasının OECD ortalamasının iki katından fazla olması dikkat çekicidir. Listenin başındaki ilk üç ülke ise, Meksika (63,4), Şili (55,3) ve Birleşik Devletler (31,0)’dir.

b. Eğitim ve Beceriler

Çocuğun iyi olma haliyle ilişkili olarak ele alınan önemli bir diğer boyut eğitim ve becerilerdir. Bu başlık altında yer verilen göstergelerden ilki, PISA 2012 ile elde edilen 15 yaş öğrencilerinin okuma puanlarıdır. Bunun yanı sıra, okul başarısıyla ilişkili olan bilişsel becerileri daha geniş bir çerçevede ele alabilmek için, PISA yaratıcı problem çözme becerileri de çocukların eğitim ve becerilerine ilişkin bir gösterge olarak tanımlanmıştır. Diğer taraftan, hem eğitim hem de istihdam dışı kalmış 15-19 yaş aralığındaki gençlerin oranlarına bakılmış ve 15 yaşındaki öğrencilerin okul başarılarını etkileyebilecek düzeyde önem arz eden eğitim ihtiyaçlarına ne derece ulaşabildiklerine yer verilmiştir.

Türkiye PISA 2012 okuma puanlarını yükseltmiş olmasına rağmen, ülkeler sıralamasında OECD ortalamasının altında kalmış ve sondan dördüncü sırada yer almıştır. OECD ülkeleri içinde Japonya (538) ve Kore (536) okuma becerilerinde en yüksek, Şili (441) ve Meksika (424) ise en düşük puanları elde eden ülkeler olmuştur. Problem çözme becerileri konusunda da Türkiye için benzer bir durum ortaya çıkmıştır. Araştırmanın çarpıcı bir sonucu olarak, OECD ülkelerindeki öğrencilerin %20’si 21. yüzyıl toplumlarına etkin ve üretken bir şekilde katılmak için ihtiyaç duydukları düşünülen problem çözme yeterliliğinin en alt düzeyine ulaşamamaktadır. Problem çözme becerilerine ilişkin en düşük ortalama sırasıyla Şili (448), İsrail (454) ve Türkiye’ye (455) aitken, en yüksek ortalamaya sahip ülkeler Kanada (526), Japonya (552) ve Kore’dir (561).

Eğitim ve becerilerle ilgili bir diğer gösterge ise, OECD ülkelerindeki 15-19 yaş arası gençlerin eğitim ve istihdam dışı kalma oranlarıdır. Türkiye’de 2007’den itibaren önemli bir düşüş görülmesine rağmen, 2013 yılında 15-19 yaş aralığındaki gençlerin yaklaşık %22,2’sinin hem eğitim hem de istihdam dışı kaldığı görülmektedir. En düşük orana sahip Almanya’dan (%2,80) sekiz kat fazla olan bu oranla Türkiye, OECD ülkeleri içerisindeki en yüksek orana sahiptir.

OECD ülkelerindeki eğitim yoksunluğu karşılaştırması, çocuğun eğitimi için gerekli temel ihtiyaçlara ne ölçüde erişebildiğine ilişkin verileri yansıtmaktadır. Bu noktada PISA 2012 verileri temel alınmıştır. OECD ülkeleri genelinde eğitim ihtiyaçlarına ulaşamayan öğrenci oranı %4 olup oldukça düşüktür. Eğitim yoksunluğunun en fazla yaşandığı ülke olan Meksika’da 1.000 çocuktan yaklaşık 30’u yoksunluk yaşamaktadır. Sıralamada Meksika’dan sonra ikinci gelen Türkiye’de yaklaşık %18 olan bu oran OECD ortalamasının çok üstündedir.

c. Sivil Katılım

Birçok ülkede çocukların oy vermesine izin verilmese de, çocuklar kamusal ve toplumsal sorunlarla ilgili olarak gençlik örgütlerine, kulüplere ya da gönüllü gruplarına dâhil olarak sivil katılım gösterebilmektedir. The International Civic and Citizenship Education Study (ICCS) kapsamında ölçümleme için oy vermeye yönelik istekleri ve gençlerin katılımları gösterge olarak seçilmiştir. Büyüdüklerinde büyük olasılıkla oy vereceklerini söyleyen 14 yaş grubuna mensup çocuk oranının en fazla olduğu ülkeler Danimarka, İtalya ve Kore’dir. Bir organizasyon, grup ya da kulübe katılan çocukların oranı Şili ve Meksika’da %50’nin üzerindedir.

d. Sosyal çevre ve aile ortamı

Arkadaş çevresi ve aile ortamı çocuğun iyi olma hali üzerinde belirleyici olan unsurlardır. Bu başlık altındaki ölçümlemeler için nazik ve yardımsever sınıf arkadaşlarına sahip olduğunu söyleyen öğrenci oranı, ödev baskısı ve okulda stres yaşadığını ifade eden öğrenci oranı, okulu sevdiğini söyleyen öğrenci oranı, PISA’da yer alan ait olma indeksi, ailelerinin kolaylıkla konuşulabilir olduğunu söyleyen öğrencilerin oranı, eğitsel ve yaratıcı aktiviteler gibi temel çocuk bakım aktiviteleri için ailelerin çocuklarıyla geçirdiği zaman olmak üzere altı gösterge belirlenmiştir.

HBSC (Health and Behaviour in School-aged Children Study, 2010)’ye göre öğrencilerin sınıf arkadaşlarını nazik ve yardımsever bulma oranının en yüksek olduğu ülkeler İsveç (%82,7), Hollanda (%80,4) ve İzlanda’dır (%80,4). Türkiye’de bu soruya olumlu yanıt verenlerin ortalaması (%62), OECD ülkeleri ortalamasının (%68,2) altındadır.

Sosyal ilişkiler kadar, okulda hissedilen stres de çocuğun mutluluğu üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. HBSC’nin 11, 13 ve 15 yaşındaki öğrencilerden okulda hissettikleri baskı ve stresin şiddetinin “hiç” ve “çok fazla” aralığında belirtmelerini istediği anket sonuçları bu konuda çarpıcı veriler ortaya koymaktadır. OECD ülkelerindeki 10 çocuktan 1’i okulda çok fazla stres hissettiğini ifade etmektedir. Bu tabloda Türkiye (%29,2), öğrencilerin okulda en fazla stres hissettiği ülke olarak ilk sırada yer almaktadır. Listenin diğer ucunda %3,9 ile Almanya ve %4,0 ile Avusturya bulunmaktadır. Diğer taraftan, aynı yaş gruplarına okulu sevme derecesi sorulduğunda, Türkiye’de okulu sevdiğini belirten öğrencilerin oranı %82,7’dir. Bununla birlikte ait olma indeksine göre ülkeler en yüksek 0,55 ile Avusturya ve en düşük -0,36 ile Çek Cumhuriyeti aralığında yer almaktadır. Türkiye’nin bu indeksteki puanı ise pozitif bir değer olup 0,12’dir.

Aile desteği çocuğun stresli durumlarla baş edebilmesini sağlamak ve çocuğu birçok olumsuz etkiden korumak adına oldukça önemlidir. Avustralya’da çocuklar aileleriyle dört saatten fazla vakit geçirebilirken, Kore’de bu süre bir saatten azdır. OECD ortalamasında anne ile geçirilen süre, baba ile geçirilen sürenin iki katıdır. Çocukların ebeveynleri ile ne ölçüde rahat konuşabildiklerini gösteren veriler incelenmiştir. OECD ülkelerinin çoğunda %80’in üzerinde bir ortalama ile çocuklar en az bir ebeveyniyle kolaylıkla konuşabildiğini belirtmiştir. Türkiye’de bu ortalama %84,2 olup OECD ortalamasına oldukça yakındır.

e. Kişisel Güvenlik

Kişisel güvenlik başlığında ise 0-19 yaş çocuk cinayetleri ile okulda maruz kalınan zorbalık gösterge olarak ele alınmıştır. OECD ortalamasında, çocuk cinayeti oranı her 100 bin çocukta 1’dir. Ancak ülkeler arasındaki oransal farklılık oldukça yüksektir; zira en yüksek orana sahip Meksika’da bu sayı 5 iken, Yunanistan’da sıfıra yakındır. Öte yandan, zorbalığa maruz kalan çocuklarda yetişkinlikte devam edebilecek ciddi depresyon, kaygı ve yalnızlık gibi problemler görülebilmektedir. Estonya (18,1), Avusturya (17,5) ve Belçika’da (16,5) yaşayan gençlerin %15’inden fazlası geçen iki ay içinde en az iki veya daha çok kez zorbalığa maruz kaldığını ifade etmiştir. İtalya (3,9) ve İsveç (4,0) bu oranların en düşük olduğu ülkelerdir. Bu başlıkta Türkiye’ye ait veri bulunmamaktadır.

f. Öznel İyi Olma Hali

Çocukların ve gençlerin yaşam doyum düzeyi, iyi olma halinin önemli bir göstergesi olmakla birlikte sosyal yeterlilik ve baş etme becerileri ile yakından ilişkilidir. Kültürel farklılıklar nedeniyle ülkeler arasında karşılaştırma yapma imkânı sınırlı olsa da, çocukların yaşam doyum düzeylerinin ölçümlenmesi için OECD ülkelerindeki 11, 13 ve 15 yaşlarındaki çocukların hayatlarıyla ilgili 0-10 (olabilecek en kötü hayat – olabilecek en iyi hayat) aralığında bir değerlendirme yapmaları istenmiştir. Sonuçlara göre, İspanya, Hollanda ve İzlanda, hayatından memnun çocuk oranın en fazla olduğu ülkelerken; Türkiye ve Polonya hayatından memnun çocuk oranın en düşük olduğu iki ülkedir. Diğer bütün ülkelerde yaşam doyum düzeyi 7’nin üzerinde bir değerle ifade edilirken, Türkiye 6,6’lık bir değerle son sırada yer almaktadır.

Değerlendirme ve Öneriler

Çocuklara ve çocukların eğitimine yapılan her yatırım, aslında toplumun geleceğine yapılmaktadır. Çocukluk dönemi koşullarının anlaşılması gelecek dönemlerdeki refah düzeyini yordamaya yardımcı olacağı gibi eğitim siyasetinin gerektirdiği doğru müdahaleleri doğru zamanda gerçekleştirmeye de katkı sağlayacaktır. Toplumun mutluluğu çocukların mutluluğuna bağlıdır. Bu nedenle çocuğun iyi olma halinin ailesi ve toplumla olan ilişkileri çerçevesinde bütünlüklü bir yapı içinde değerlendirilmesi önemli görülmektedir. Hayat Nasıl? 2015 raporunun değerlendirmesinde bu yaklaşım benimsenmiş, çocukların mutluluk düzeyi OECD tarafından belirlenen göstergeler yardımıyla tartışılmıştır. Bu anlamda Türkiye’nin genel durumunu ortaya koyan veriler, çocukların iyi olma hallerinde geliştirilmesi gereken birçok boyut olduğunu göstermektedir. Söz konusu veriler ülkedeki sosyo-ekonomik faktörlerin çocukların mevcut durumu üzerinde belirleyici olduğuna ve bu durumun çocukların yaşamına doğrudan ya da dolaylı olarak dokunan politikaların da bir sonucu olduğuna işaret etmektedir. Bu sebeple, öncelikle çocukların durumunun iyileştirilmesi için yapısal değişikliklere, bu değişikliklerin hayata geçirilmesi için de çocukları önceleyen bir yaklaşıma dayalı politikalara ihtiyaç bulunmaktadır.

On farklı değişken üzerinden incelenen çocuğun iyi olma hali, çocukların hayata iyi bir başlangıç yapmalarının gelecekleri üzerinde önemli bir etkiye sahip olduğunu vurgulamaktadır. Sosyo-ekonomik düzeyin iyi olma hali üzerindeki belirleyici rolü, çocuğun diğer tüm alanlardaki iyi olma halini etkileyebilmektedir. Örneğin, yüksek gelirli bir aileye sahip olmak hem daha sağlıklı bir çocukluk hem de mutlu bir okul hayatıyla ilişkilendirilmektedir. Diğer taraftan, düşük gelirli ailelere mensup çocukların okulda daha fazla stres yaşadığı, okulu daha az sevdiği, okul arkadaşlarıyla ilişkilerinin daha olumsuz olduğu ve okulda daha fazla zorbalıkla karşılaştığı bilinmektedir. Bununla birlikte yaşam doyum düzeyi, problem çözme ve okuma becerileri puanları, aile ile iletişim gibi çocuğun iyi olma haliyle ilişkili olduğu kabul edilen birçok başlıkta, düşük sosyo-ekonomik düzeye sahip ailelerin çocuklarına ait veriler daha geri sıralarda yer bulmuştur. Basit anlamda ve tek başına gelir düzeyi, çocuklar için daha rahat ve mutlu bir yaşam değildir. Ancak bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde, bu düzeydeki ailelerin gelişme ve daha iyi bir yaşam isteği, iletişim dâhil birçok insani özelliğe yönelik yatırımlarını artırmaktadır. Değişen yaşam paradigması ve ihtiyaç algısı maalesef yoksulluğun yansıdığı mutsuzluğu eskiye oranla daha fazla hissetmeye neden olmaktadır.

Çocuk başına düşen harcanabilir gelirin düşüklüğü ve buna bağlı olarak yükselen çocuk yoksulluğu, Türkiye’yi bu konudaki sınırlılıklarını yeniden gözden geçirmeye yönlendirmektedir. Zira Türkiye’nin GSYH’deki büyüme hızı, işsizlik oranlarındaki artış ve gelir dağılımındaki eşitsizlik göz önüne alındığında, yaşanan ekonomik sıkıntıların toplumun tüm kesimleri üzerinde doğrudan ya da dolaylı yansımaları olduğu bilinmektedir. Eğitim, psikolojik iyi olma bağlamında nihai olarak yaşam kalitesini yükseltmesi gereken bir değişkendir. Bu açıdan çocuk yoksulluğunun giderilmesi ve özellikle maddi ihtiyaçlar bağlamında ailelere yönelik destek programlarının oluşturulması şarttır. Ailelerin bakım hizmetleriyle desteklenmesi sürdürülebilir iyi olma halini sağlamak için etkin bir yöntem olarak kullanılabilir. İş gücüne katılım oranlarının artması, aile gelirinin tek bir kişiye bağlı olmaması ve çocukların maddi ihtiyaçlarının karşılanması çocuk yoksulluğunun giderilmesinde önemli bir paya sahiptir. Çocukların dörtte birinden fazlasının yoksulluk içinde olduğu Türkiye’de, çocuk yoksulluğuna ilişkin oranlar 2007 yılıyla kıyaslandığında yükselmiştir. Raporda kötü koşullarda yaşayan çocukların içinde bulunduğu yoksulluğun, hayatlarının diğer alanlarını nasıl etkilediğine yer verilmiştir. Türkiye için geliştirilmesi gereken bu durum, genç yaş kuşağının ülkenin geleceği için bir potansiyel oluşturma fırsatı bağlamında ele alınmasını gerektirmektedir.

Ebeveynlerin işsizlik durumu çocukların yalnızca maddi yaşam koşullarını belirlememektedir. Bir ebeveynin iş gücüne katılımı çocuğa rol model olmak anlamında farklılık göstermekle birlikte, değişen ilişkiler çerçevesinde çocukların gelecekteki iş yaşamına da yansımaları olan görev ve sorumluluklarına dair farkındalığını artırmaktadır. Raporda Türkiye’deki işsizlik oranlarına dair verilere yer verilmemiştir. Ancak Türkiye İstatistik Kurumu’nun Eylül 2015’te açıkladığı işgücü istatistikleri, Türkiye’deki genel durumu anlamamıza yardımcı olacaktır. Söz konusu istatistiklere göre, Türkiye genelinde işsiz sayısı 2015 yılı Eylül döneminde geçen yılın aynı dönemine göre 39 bin kişi artarak 3 milyon 103 bin kişi olmuştur. Bu rakamlar Türkiye’de 3 milyonu aşkın nüfusun işsizlikle mücadele ettiğini ortaya koymakta ve çocukların büyük ölçüde etkilenebileceği bir ortama işaret etmektedir. Psikoloji literatüründe iyi olma kavramı kendini kabul etmeyle ve aile ile kurulan sosyal yaşamdan doyum sağlamayla önemli düzeyde ilişkilidir. Özellikle ebeveynlerle kurulan bağlılık ve ilişki, dünya algısı, üretken olma ve çevre hâkimiyeti gibi yaşamsal kavramları da etkilemektedir. Sıralananların tamamı çocukların ailelerini sosyal çevrede konumlandırma, model alma ve yeterli görme algısına bağlı kalarak iyi olma hali üzerinde özel bir etkiye sahiptir.

Diğer taraftan, iyi olma halinin önemli bir belirleyicisi olan sağlık başlığı altında, yeni doğanlardan geç çocukluğa kadar uzanan göstergelere yer verilmiştir. Yeni doğanlarda ölüm oranları ülkelerdeki sağlık koşullarına ilişkin önemli bir gösterge olarak ele alınmıştır. Türkiye’de bu oranda 2007 yılı itibariyle yaklaşık yarı yarıya düşüş görülmesi, sağlık koşullarının ciddi oranda iyileştirildiği şeklinde yorumlanabilir. Ancak yine de Türkiye’nin yeni doğan bebeklerde ölüm oranı en yüksek olan ülkelerden birisi olarak üçüncü sırada yer alması, sağlıkla ilgili koşulların hala OECD ülkelerine kıyasla standartların altında olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, Türkiye düşük kiloda doğan bebek oranlarında da ilerleme göstermesine rağmen, söz konusu oranın yüksek olduğu ülkeler arasındadır. Bu durum anne sağlığı, yaşam koşulları, beslenme kalitesi gibi birçok etkenin birleşiminden doğan bir sonuçtur.

Sağlığa ilişkin göstergelerden ergen doğum oranlarına ilişkin veriler, iyi olma halini tehdit eden ciddi sorunları içinde barındırmaktadır. 15-19 yaş aralığındaki her 1000 kişiden 31 tanesinin doğum yaptığını gösteren oranlara bakıldığında, bu durumun Türkiye için acilen tedbir alınması gereken toplumsal bir mesele haline geldiği görülmektedir. “Çocuk gelin” tabiriyle anılan erken yaşta evlendirilen çocuklar ergenlik döneminde anne olmaktadır. Bu durum, hem annenin kendi sağlığı hem de bebeğin sağlıklı gelişimi açısından büyük riskler barındırmaktadır. Sonuçta kişilik gelişimini tamamlayamadan küçük yaşta evlenmiş çocukların ebeveyn olarak mutlu bir aile ortamını sağlayabilmesi mümkün görünmemektedir. Bu konuya ilişkin olarak Türkiye’de bölgesel farklılıklar oldukça büyüktür. Bu nedenle önlem politikalarının yerel özellikler dikkate alınarak gerçekçi bir düzlemde geliştirilmesi gereklidir.

Raporda ekonomik koşullar ve sağlığa ilişkin göstergelerin ardından, eğitim sürecinin kalitesi, çocukların çağa uygun becerilerle donatılması, okulda hissettiği stres ve baskı düzeyi gibi unsurların çocuğun iyi olma hali üzerinde belirleyici olduğuna değinilmiştir. Günümüzde var olan mesleklerin büyük bir bölümünün kısa bir süre sonra var olmayacağı veya şekil değiştireceği fütüristler tarafından sıklıkla dile getirilmektedir. Geleceğin meslekleri şüphesiz ki çok farklı yelpazede beceriler gerektirecektir. Eğitim sistemlerinin bu değişime ayak uydurması ve bireylerin çağın ihtiyaçlarına uygun becerilerle donatılması zorunluluk arz etmektedir. TEDMEM tarafından yayımlanan PISA 2012: Türkiye Üzerine Değerlendirme ve Öneriler Raporu’nda, Türkiye’deki öğrencilerin büyük oranda temel becerilerden yoksun olduğu ortaya konmuş ve detaylı değerlendirmeler yapılmıştır. Ayrıca yaratıcı problem çözme becerileri ve okuma becerilerine ilişkin olarak ortaya çıkan sonuçların Türkiye için önemle değerlendirilmesi ve eğitim politikalarının bu veriler ışığında yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir.

PISA 2012 verileri Türkiye’de 15 yaş grubunda 100 öğrenciden sadece 2’sinin en üst seviyede beceri gerektiren problemleri çözebildiğini ortaya koymuştur. Dahası, Türkiye’deki 15 yaş grubu öğrencilerin %36’sının en alt beceri basamağında yer aldığı belirlenmiştir. Bu verilerden yola çıkarak, ülkemizde yenilikçi düşünceye zemin hazırlayan araştırma ve problem çözme temelli eğitim programlarının tasarlanıp uygulamaya sunulması birincil bir ihtiyaca dönüşmüştür. Bu bağlamda, öğrencilerin derin düşünme ve öğrenme süreçlerini deneyimleyebilecekleri ve gerçek yaşam problemlerini çözebilecekleri projelerin artırılması, öğretmenlerin projeleri etkin bir öğretim stratejisi olarak kullanabilmelerinin sağlanması ve en önemlisi de ulusal sınavların 21. yüzyıl becerilerini ölçebilecek düzeyde hazırlanması gerekli görülmektedir. 21. yüzyıl becerilerinin problem çözme becerisinin üzerine inşa edildiği düşünüldüğünde Türkiye’nin bu becerileri kazandırma noktasında aşama kaydetmesi gereken bir süreç söz konusudur. TEDMEM’in diğer birçok raporunda da belirtildiği gibi, eğitimin ölçme değil öğrenme odaklı olması gerekliliği karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla kazanım temelli değil beceri temelli bir eğitim programının tasarlanması gerekliliği ön plana çıkmaktadır.

Raporda çocuğun iyi olma haline ilişkin önemli göstergelerin yer aldığı bir diğer başlıkta çocuğun aile ortamı ve sosyal çevresi ele alınmıştır. Aile ortamı ve sosyal çevrenin çocuğun psikolojik ve fiziksel gelişimi üzerinde önemli ölçüde etkili olduğunu bulgulayan çok sayıda araştırma vardır. Bunun yanı sıra HBSC’nin 2010 tarihli araştırmasına göre çocuğun arkadaş ortamında sağlıklı ilişkiler kurması, gençlikteki sağlık durumunu olumlu yönde etkilemekte ve psikolojik anlamda daha sağlıklı bir gençlik geçirmesinde önemli rol oynamaktadır. Bu sayede çocukların kendilerine dönük sağlık, mutluluk ve iyi olma haline yönelik algıları da daha olumlu seyredebilmektedir. Dolayısıyla çocuğun sosyal ilişiklerinin yoğun bir şekilde kurulduğu okul yaşantısı; öz güven, kendilik algısı ve sağlıklı davranışların gelişimi gibi konularda hayati bir öneme sahiptir. Sınıf arkadaşlarıyla iyi ilişkiler kuran öğrencilerin kendilerini bir sosyal çevreye ait hissetmeleri de mümkün olmaktadır.

OECD ortalamasında nazik ve yardımsever sınıf arkadaşlarına sahip olduğunu söyleyen öğrenci oranına ilişkin veriler, çocukların arkadaşlık ilişkileri hakkında fikir vermektedir. Bu kapsamda Türkiye %62 oranıyla OECD ülkeleri arasında ortalamanın altında yer almaktadır. Türkiye’de çocukların birbirleriyle dayanışma içinde çalışabilecekleri ve birbirlerinden öğrenebilecekleri ortamlara ihtiyaç vardır. Sınıf oturma düzeni ve öğretim programlarının grup çalışmalarını destekleyecek biçimde düzenlenmesi önemsenmelidir. Bu konuda öğretmenlerin bireysel çalışmaların yanı sıra grup çalışmalarına da ağırlık vermesi gerekmektedir. Psikolojik iyi olma hali; diğerleriyle olumlu ilişkiler kurma, kişisel gelişim ve özerklik algısından önemli düzeyde etkilenmektedir. Okul yaşamı eğitsel anlamda kişisel gelişime sınırlı katkı sunuyor olsa dahi, sağlıklı arkadaşlık ilişkileri kurmayı öğretebilmesi ve bunu sürdürülebilir kılması bakımından da önemli görülmektedir. Özellikle temel eğitim kademelerinde bu konuda sosyal beceri gelişimi temelli uygulamaların yapılandırılması ve çocukların gelişimlerinin izlenmesi önemsenmelidir. Ülkemizdeki kolektif yaşam kültürü ve toplumsal değer yargıları incelendiğinde bu konuda daha sıcak ve yardım içeren davranışlara sık rastlanması beklenmektedir. Özellikle okul yaşamının gerçek bir okul sosyolojisi modeline dayanmaması ve disiplin uygulamaları ile oluşan atmosferin sonuçlar üzerindeki payı göz ardı edilmemelidir.

Okul sosyolojisi yıllardır ihmal edilen alanlar arasındadır. Özellikle şiddet dahil olmak üzere, paylaşılan olumsuz modeller kapsamlı bir yapılandırmayla ele alınmalıdır. Okulların rolleri arasında yaşam amacını bulmaya, kariyer geliştirmeye ve kişisel gelişim sorumluluğunu kendi seçim ve çabalarıyla üstlenmeye yönelik destekler sağlamak da bulunmalıdır. Başarılı ve mutlu olmak bir kişilik özelliğidir, bu nedenle öğrenci kişilik hizmetlerinin akademik gelişim kadar önemsendiği bir alana dönüşmesi önemsenmelidir. Bu dönüşüm sadece okul rehberlik hizmetleri kapsamında ele alınarak sonuçlandırılacak sınırlılıkta bir tercih olmaktan çok, okul paradigmasının, sosyolojisinin, çevre ilişkilerinin ve hakim eğitim terminolojisinin değişmesiyle başarılabilecektir.

Öğrencinin zamanının büyük bir bölümünü geçirdiği okullarda hissedilen stres düzeyi de çocuğun iyi olma haline ilişkin önemli bir gösterge olup, raporda bu konuda Türkiye’ye ilişkin çarpıcı bulgular yer almaktadır. Türkiye’de çocukların okulda hissettiği baskı ve stres oranı yaklaşık %29’dur. Bu oranın OECD ülkeleri arasındaki en yüksek orana karşılık gelmesi oldukça kaygı vericidir. Okulda hissedilen baskı ve stres çocuğun öğrenmesini olumsuz etkileyebileceği gibi, sağlık, riskli davranışlar, genel iyi olma hali gibi akademik olmayan konularda da olumsuz sonuçlara yol açabilecektir. Bunun yanında, çocuğun yaşadığı stres okul terki, şiddet eğilimi, zayıf kişilik gelişimi gibi sonuçlara sebep olabilmesinin yanı sıra, gelecekte erişilmesi beklenen psikolojik iyi olma durumuna boylamsal olarak olumsuz etki edebilecektir.

Öte yandan, Türkiye’de %82 gibi yüksek bir oranla öğrencilerin okulu sevdiği ortaya konmuştur. Bu yüksek oran Türkiye’de çoğu öğrencinin tek sosyalleşme alanı olan okulu hayatında önemli bir yere koymuş olmasından kaynaklanmaktadır. Bunun yanı sıra, okula ait hissetme indeksine göre, Türkiye’deki öğrenciler kendilerini okullarına ait hissetmektedir. Türkiye’de okullar toplumsal değeri oldukça yüksek ve ailelerce güven duyulan kurumlardır. Bu toplumsal tavrın öğrencilerin kendilerini okula ait hissetmelerinde etkili olduğundan bahsedilebilmektedir. Ancak sınav odaklı uygulamalar, gelecek kaygısı, öğrenci özerkliğinin sınırlılığı, okul güvenliğine ilişkin fiziki-psikolojik tartışmalar ile katı disiplin uygulamaları bu aidiyet duygusuna rağmen okullarda algılanan stresi artırmaktadır. Kendisini okula bu kadar ait hisseden ve ilişki geliştirmeye istekli çocukların bulunduğu bir sistemin stres üretme sebeplerinin ciddiyetle araştırılması gerekmektedir.

Çocuğun iyi olma haline etki ettiği düşünülen bütün boyutlar netice itibariyle çocuğun yaşam doyum düzeyinde kendini göstermektedir. OECD ülkeleri içinde en düşük yaşam doyum düzeyine sahip çocukların Türkiye’de bulunması bütüncül bir çerçeveden bakıldığında diğer göstergelere ait oranlarla örtüşmektedir. Türkiye’de çocukların yaşam alanları, şehir sistemi içinde çocuk haklarının görünürlüğü, okulların alt yapısı, fiziki kapasiteleri ve çocukların eğlenmelerine fırsat sağlayacak seçeneklerin sınırlılığı gelişime fazlasıyla açık bir alan olarak karşımızda durmaktadır. Sonuç olarak “çocuğun mutluluğu” politika yapıcılar ve eğitimin bütün paydaşları için birinci sıraya yerleşmeden, bu tablonun değişmesi mümkün olmayacaktır. Bununla birlikte, yoksulluğun giderilmesi tüm toplumun önemsediği insani bir ortak katkı alanına dönüştürülmelidir. Okul sistemlerinde basit ancak gözden kaçan ve çocukların temel ihtiyaçlarını göz ardı eden uygulamaların tek tek ele alınması ve bir akreditasyon sürecinden geçirilerek söz konusu engellerin ortadan kaldırılması gerekmektedir.