Dünya’nın En İyi Üniversiteleri Arasında Neden Türkiye’den Sadece Tek Bir Üniversite Var?
Özellikle son yıllarda, bazı araştırma kurumlarının dünya üniversitelerinin başarı sıralamalarını konu edinen haber ve tartışmaları izliyoruz. İlk etapta birçoğumuzun aklından “Niçin ülkemizden daha fazla üniversite yok?” sorusu geçiyor. Türkiye’deki üniversitelerin dünyadaki en iyi üniversiteler arasında yer alıp almadığı konunun farklı boyutlarıyla tartışılabilir.
Geçtiğimiz günlerde Çin-Şhangay’daki Jiao Tong Üniversitesi (ARWU) tarafından yapılan dünyadaki en iyi 500 üniversite sıralamasında, Türkiye’den sadece İstanbul Üniversitesi yer aldı. Ancak yıl içinde konu ile ilgili haberlerde, sıralamada yer alan üniversitelerin sık sık değiştiğine şahit oluyoruz. Listede yer alma sırasından öte, listede olma ya da olmama durumunun da sürekli niçin değiştiği ayrı bir soru olarak karşımıza çıkıyor. Bunun nedeni dünyada en iyi 500 üniversiteyi sıralayan 8 ayrı kurumun bulunması ve her bir kurumun sıralama kriterlerinin birbirinden farklı olması. Bu kurumlardan bazıları üniversitelerin daha çok yayın kalitesini ön plana çıkarırken, bazıları üniversitelerde uygulanan değerlendirici anket sonuçları hesaplama kriteri içine daha ağırlıklı yer alıyor. Bunun yanı sıra bazı değerlendirmelerde Nobel gibi önemli ödülleri alan mezun ve öğretim elemanı sayısı, önemli bir değerlendirme kriteri olarak yaygın bir kullanıma sahip. Buna ek olarak, farklı bir yöntemle, sadece üniversite web sitelerinde yer alan veri ve bilgileri kullanarak değerlendirme yapan kurumlar da mevcut. Bu nedenle, hangi kriterlere göre üniversitelerin değerlendirildiğinin de incelenmesi gerekiyor.
Ülkeler için üniversitelerin yerel öncelikleri ve ihtiyaç analizleri önemli gibi görülmekle birlikte, evrensel bilimsel normlar, kalite beklentileri ve küresel rekabet dikkate alındığında benzeri karşılaştırmaların yapılması, analizde bulunmaya yardımcı olabiliyor. Son günlerde tartışılan ARWU’nun değerlendirme kriterleri detaylı incelendiğinde, değerlendirmenin altı başlıkta yapıldığı görülüyor. Bunlardan ilki %10’luk ağırlığı ile üniversitenin kurulduğu yıldan itibaren Nobel Ödülü ya da Fields Madalyası alan mezun sayısı. İkinci kriter %20’lik ağırlığa sahip ve üniversitede çalışan öğretim elemanlarına verilen Nobel Ödülü veya Fields Madalyası sayısı ile hesaplanıyor. ARWU’nun üniversiteleri sıralarken kullandığı %20’lik ağırlığı olan diğer bir kriter, Thomson Reuters tarafından en çok atıf alan araştırmacıların listelendiği üniversitelerin HiCi (Highly Cited Researchers) sayılarını kapsıyor. Yine %20’lik etkiye sahip dördüncü kriter ise, 2009-13 yılları arasında Nature and Science’ta yayınlanan çalışmaların puanlarını kapsıyor. 2013 yılında Science Citation Index kapsamında yayınlanan çalışmalara göre yapılan puanlama da, beşinci basamakta %20’lik bir ağırlığa sahip. Son kategori de ise, %10’luk ağırlık ile önceki beş kategoride elde edilen nicel değerlerin üniversitede tam zamanlı çalışan akademik personel sayısına oranının hesaplanması ile elde ediliyor.
Özetle, bu değerlendirme kriterlerine bakıldığında, üniversitelerde görev yapan akademisyenlerin bilimsel çalışmalarının nitelikli sayısına vurgu yapılıyor. Peki; bu noktada Türkiye’deki üniversite sayısının, bu ve benzeri kriterlerle, dünyanın önde gelen üniversiteleri arasında yer alması nasıl sağlanabilir? Bu durum sadece üniversitelerin mutlak performansları ile onların sorumluluğu olarak mı algılanmalıdır?
Birçok eğitimci, bu göstergelerin yükseköğretim için yıllardır tartışılan reform ihtiyacına işaret ettiği konusunda hemfikir. Bu reform ihtiyacını genişletmek ve ihtiyaca daha geniş bir perspektiften bakabilmek adına, ülkelerin farklı alanlardaki parametre değerlerine göz atmakta yarar var.
Değerlendirmeye alınabilecek pek çok parametre var elbette, ancak genel itibari Tablo 1’de yer alan parametrelere göre Türkiye’yi ilk 500 içinde en çok üniversitesi olan 8 ülke ile kıyaslamakla 1 işe başlanabilir.
İlk 500’de üniversite sayısı -2014 2 | 25-64 yaş üniversite mezunu oranı -2011 3 | İnsani Gelişmişlik Endeksi (HDI) – 2012 4 | Ar-Ge Gayri Safi Yurtiçi Harcamalarının GSYİH’ye göre yüzde oranı– 2011 5 | Tam zamanlı çalışan araştırmacıların toplam çalışan nüfustaki bindelik oran- 2010 6 | Küresel İnovasyon Endeksine göre Sıralamadaki Yeri – 2014 7 | Kişi başına düşen millî gelir ($) 8 | |
ABD
|
146 | 42 | 0.937 | 2,77 | – | 6 | 53,143 |
Almanya | 39 | 28 | 0.920 |
2,88
|
8,1 | 13 | 45,085 |
İngiltere (Britanya) | 38 | 39 | 0.875 | 1,77 | 8,2 | 2 | 39,351 |
Fransa | 21 | 30 | 0.893 | 2,24 | 9,0 | 22 | 41,421 |
İtalya | 21 | 14 | 0.881 | 1,25 | 4,2 | 31 | 34,619 |
Kanada | 21 | 51 | 0.911 | 1,74 | 8,6 | 12 | 51,911 |
Japonya | 19 | 46 | 0.912 | 3,39 | 10,2 | 21 | 38,492 |
Avusturalya | 19 | 38 | 0.938 | – | – | 17 | 67,468 |
Türkiye | 1 | 14 | 0.722 | 0.86 | 2,8 | 54 | 10,946 |
- Dünya’nın en iyi 500 üniversitesi arasında 146 üniversitesi bulunan ABD’deki 25-64 yaş arası nüfusun %42’si üniversite mezunu, Türkiye’de ise bu oran %14. Üniversite mezunu yetişkin nüfusu %14 oranında olan diğer bir ülke ise İtalya, ancak İtalya’daki 21 üniversite dünyanın en iyi üniversiteleri arasında yer alıyor.
- İnsani Gelişmişlik Endeksi’ne (HDI) göre incelendiğinde, Türkiye, karşılaştırmanın yürütüldüğü 9 ülke içinde 0.722 ile en düşük değere sahip olan ülke. Türkiye’ye en yakın ülke ise yine İtalya ancak İtalya’nın HDI’i 0.881 puana denk geliyor ve hâlihazırda Türkiye ile arasındaki fark oldukça büyük.
- AR-GE faaliyetleri için ülkelerin GSYİH’den ayırdıkları bütçe oranları da değerlendirmede bilgi sunan parametreler arasında yer almaktadır. Türkiye GSYİH’sinin sadece % 0,86’sını AR-GE faaliyetlerine ayırmaktadır ve bu oran ile 9 ülkenin yine en gerisinde yer almaktadır. Bu alanda Türkiye’ye en yakın ülke % 1,25 ile İtalya’dır. Japonya’da ise bu oran % 3,39’dur ve Japonya’daki 19 üniversite, dünyadaki en iyi 500 üniversite içinde yer almaktadır.
- Tam zamanlı çalışan araştırmacı sayısının toplam çalışan nüfustaki bindelik oranı, Japonya’da 10,2; Fransa’da 9,0 iken Türkiye’de ise 2,8’dir. Türkiye’ye en yakın ülke olan İtalya’da bile bu oran 4,2’ye tekabül etmektedir ve Türkiye’deki oranın neredeyse 2 katıdır.
- Ülkelerin gelişmişliklerinin bir göstergesi olarak da kabul edilebilecek küresel inovasyon endeksine göre Türkiye 143 ülke içinde 54. sırada yer almaktadır. 8 ülke içinde, birçok parametrede olduğu gibi, Türkiye’ye en yakın ülke olan İtalya 33., Fransa 22., Japonya ise 21. sıradadır. Küresel inovasyon endeksinde 143 ülke arasında 1. sırada yer alan İsviçre’nin 7 üniversitesi dünyanın en iyi ilk 500 üniversite içinde yer almaktadır.
- Bu 9 ülkeyi kişi başına düşen milli gelir açısından incelediğimizde de, sıralamanın en altında Türkiye yer alıyor. Birçok parametrede Türkiye’ye en yakın değere sahip İtalya’da bile kişi başına düşen milli gelir Türkiye’nin neredeyse dört katına tekabül ediyor.
Bu karşılaştırmalara tersten bakmak da mümkün. Yani; karşılaştırma yaptığımız altı parametrede Türkiye ile benzer özellikler gösteren ülkelerden kaç üniversite dünyadaki en iyi 500 üniversitesi içinde yer alıyor?
- Türkiye’nin 25-64 yaş arası mezun oranı %14, ona en yakın OECD ülkesi ise yine %14 ile İtalya, İtalya ve Türkiye’yi %17 ile Portekiz ve Meksika izliyor. Dünyadaki en iyi 500 üniversite sıralamasında ise İtalya’nın 21, Portekiz’in 3, Meksika’nın ise 1 üniversitesi yer alıyor.
- HDI’a göre Türkiye’ye en yakın ülke 0.724 ile Ekvator ve 0.719 ile Kolombiya. Bu ülkeler ise dünyanın en iyi 500 üniversitesi arasına giren bir üniversitesi yok. Genel olarak bakıldığında da, Türkiye’nin insani gelişmişlik düzeyine kıyasla oldukça iyi bir noktada olduğu görülüyor.
- Karşılaştırmadaki diğer bir parametre de ülkelerin AR-GE faaliyetleri için ülkelerin GSYİH’den ayırdıkları bütçe oranları. Bu sıralamada da Türkiye’nin 0.86’lık puanına en yakın OECD ülkeleri 1,21 ile Macaristan ve 0,76 ile Polonya ve her iki ülkenin de en iyi 500 üniversite içinde iki üniversitesi yer alıyor.
- Tam zamanlı çalışan araştırmacı sayısının toplam çalışan nüfustaki bindelik oranında 2,8 ile yer alan Türkiye’nin bir altındaki ülke 1,0 ile Meksika bir üstündeki ülke ise 4,1’lik oranla Polonya 2, Meksika’nın ise 1 üniversitesi en iyi 500 üniversite içinde yer alıyor.
- Küresel inovasyon endeksine göre Türkiye 143 ülke içinde 54. sırada. 53. sırada Güney Afrika, 55. sırada ise Romanya var. Dünyanın en iyi 500 üniversitesi içinde Romanya’dan hiçbir üniversite yer alamazken, Güney Afrika’dan 4 üniversite bulunuyor.
- Son parametre olan kişi başına düşen milli gelir açısından da Türkiye’ye en yakın ülkeler 10,514$ ile Malezya ve 11,037$ ile Panama. Panama’nın hiçbir üniversitesi en iyi 500 üniversite içinde yer alamazken, Malezya’nın 2 üniversitesi dünyanın en iyi üniversiteleri içinde bulunuyor.
Değerlendirme
Ülke ve ekonomilerin gelişmişlik düzeyini ölçen belirli göstergeler ışığında, Türkiye’nin yükseköğrenime ilişkin mevcut durumunun göreli olarak olumsuz seyrettiğini söylemek mümkün. Değerlendirmeye alınan parametrelere bakıldığında, Türkiye’den daha iyi durumda bulunan ülkelerin tek bir parametre için en iyi olmasının daha üst sıralarda çok üniversiteye sahip olacağı anlamına gelmediği görülüyor. Mümkün olan tüm alanlarda ortalama üstü değerlere sahip olmak, bir arada değerlendirildiğinde listeye giren üniversite sayısını artırabiliyor. Ancak eşdeğer parametrelere sahip toplumların nüfus, sanayi üretimi, coğrafi konum ve tarihi perspektifi dikkate alındığında göreli olumsuzluğu daha dikkatli analiz etmek gerekiyor. Yükseköğretim alanında Türkiye’deki tarihi gelişim değerlendirildiğinde, Türkiye ile benzer istatistikleri yansıtan ülkelerden farklılık göstermesi beklenebilir. Kıta Avrupa’sına yakın konumları, Türkiye ile kıyaslanan benzer ülkelere göre ekonomik gelişmişlik göstergelerini daha olumlu olması ve kurumsal tecrübeleriyle bir arada değerlendirildiğinde; gelişmiş şehirlerde konumlanmış ve göreli olarak daha fazla öğretim üyesi, daha nitelikli girdi ve kaynak kullanma potansiyeline sahip üniversitelerden daha farklı sonuçlar elde edilmesi daha olasıdır.
Bir ülkenin gelişmişlik düzeyini artıran temel etmenlerden birinin eğitim olduğu ve önemli bir bölümü üniversiteler aracılığıyla ortaya çıkan katma değerin, gelişmenin ön koşulu olduğu düşünülürse, kısır bir döngüye girilmesi olasıdır. Diğer bir ifadeyle, bir ön kabul olarak, eğitimin niteliği artmadan gelişmişlik, gelişmişlik düzeyinin artmasıyla sağlanacak maddi ve manevi ortam olmadan da eğitimin niteliğinde artış sağlanamayacaktır. Fakat bu durumdan çıkmak için yapılması gereken değişikliklerin, sadece ‘gelişmiş bir ülke’ statüsünün kazanılmasıyla çözülemeyeceği hatırlanarak, üniversitelerin niteliğinin artırılması yönünde, bazı temel yapısal dönüşümlerin başlatılması bir çıkış yolu olabilir.
İlk olarak, akademisyenlerin nitelikli öğrenciler yetiştirmek ve akademik kariyer arasındaki ikilemlerinin kaynağını azaltacak uygulamalara başlanabilir. Bunun için araştırma ve eğitim üniversiteleri ayrımına gidilebilir. Bu ilk etapta başarılamayacaksa üniversite içinde iş gücü ve bilim dallarında bunu temsil edebilecek bir yapılanma şimdilik önerilebilir. Bu sayede akademik iş yükünün bölünmesi sağlanmış olacaktır. Hem kalkınma için gerekli daha nitelikli insan kaynağı yaratılacak hem de katma değer odaklı çalışmaların desteklenmesiyle, araştırma alanında gelişme kaydedilebilecektir. Bunun yanı sıra akademik yükselmede sadece yayın sayısına bakılması nedeniyle, kariyer odaklı öğretim elemanları içerik ve niteliği ikinci plana alarak, bir an önce unvan atlama amacını taşımaya başlamaktadır. Bu noktada yapılacak çeşitlenme ve nitelik ölçen yaklaşımlarla, akademik çalışmaların niteliği artırılabilir.
Üniversiteler arası rekabeti, tarzı ve özgünlüğü oluşturmak teşvik edilmelidir. Bürokratik yönetimin hâkim olduğu tüm toplumlarda, kamuoyunu bezdiren sorunların daha merkezi ve tekelden hızlı karar alma mekanizmalarının varlığı ile çözülebileceği tezi kısa vadede işe yarıyor gibi görünse de, pratikte daha girift problemler üretmektedir. YÖK’ün kurulması ile başlayan ve süreçte farklı sorunları gerekçe göstererek alınan yeni kararlarla kurumsal farklılıklar ve akademik özgürlükler daraltılmaktadır. Birbirinin yapılanma, içerik ve müfredat olarak kopyası haline getirilen yükseköğretim kurumları, YÖK’ün gücüne bağlı kalarak kısa yönetsel yollar üretmekte ve iç motivasyon yerine dış yönlendirmeye daha yatkın hale gelmektedir. YÖK akademik özgürlüklere vurgu sürekli söylemde tutulurken, yükseköğretim alanındaki başlıca görevi olan koordinasyondan uzaklaşmaktadır. Araştırma görevlisi alımı, lisansüstü eğitim sınavlarının detayları, ek bütünleme sınavı hakkı verilmesi ve mesleki yetkinlik için açılacak temel derslerin kur tanımı gibi birbirinden bağımsız ana/detay tüm alanlarda açık/örtülü etki alanı oluşturmaktadır. Yönetici seçimi ve ataması, kadro ve kaynak dağıtımı gibi konular sürece dahil olduğunda, gelişmenin ivmesi olacak tüm iç dinamikler kaybolup, yukarıdan çözüm bekleme hastalığı, kamudaki genel verimsizlik ve motivasyon kaybının tipik örneklerine dönüşmektedir. Örneğin çoğulcu temsil gücü nispeten daha yüksek olan ÜAK yerine, doçentlik sınavlarının YÖK tarafında yapılacak olması buna örnek olarak gösterilebilir. Var olan yanlışı tanılayıp olası alternatif çözümleri, özgürlükleri ve evrensel normları kullanarak sunmak zaman kaybı gibi algılanmaktadır. Bu yolla gelişim daha fazla zaman ve irade gerektirmektedir, ancak bu yol sağlam teamüller oluşturabilir. Pratik çözümlerin dayanılmaz kolaycılığına günü düşünerek işi teslim etmek, uzun vadede sadece sorun yumağını büyütmektedir. Bu nedenle hala pratiklerle dolu ama belirgin bir teorisi olmayan onlarca yönetim ve okul örneği ile yaşamaya devam etmekteyiz.
İşleyiş ve içerik olarak bir diğerinin tamamen aynısı olan onlarca üniversite, gelişmişlik sıralamasında kendisine yer bulamadığı gibi, sadece daha önce kurulmuş olmak ve bazı ülke içi sübjektif değerlendirme kriterlerine göre “daha iyi” olma iddiası taşıyarak, uluslararası karşılaştırmalara da dahil olamamıştır. Bir savunma olarak yukarıda verilen parametre ve istatistiklerin aleyhimize olduğu savı geliştirilebilir. Ancak alt yapı farklılıklarının şehirler ve üniversiteler için dengesiz dağılımına tipik örnek oluşturabilecek ülkemiz koşullarında, sıralamaya giremeyen köklü birçok yükseköğretim kurumunun parametre ortalamasının ülke ortalamasından daha iyi olduğu dikkate alındığında, ülkemiz özelinde ek eleştirel değerlendirmelerde bulunmak gerekli olacaktır.
Türkiye’de köklü bir enstitü, araştırma merkezi ve vakıf üniversitesi anlayışı hala gelişememiştir. Var olan birçok vakıf üniversitesi, aslında gerçek şahısların üniversite kurmasına engel olan yasanın dolaylı olarak ortadan kaldırılmasıdır. Köklü geleneklerden gelen, ekonomik gücü yüksek ve kamu yararı ilkesini gözeten vakıf modellerinin açığa çıkması için kullanılabilecek tüm kaynaklar, devlet tarafından teşvik edilmelidir. Bu yolla dinamik ve alternatif bir şekilde hareket eden rekabet edebilir, kendi yetenek alanlarını kullanan örnekler geliştirilebilir.
Türkiye’de üniversitelerin çok sınırlı kaynaklara sahip olduğu yukarıdaki tabloda sunulmuştur. Peki, bu denli sınırlı kaynak ne kadar verimli kullanılmaktadır? Örneğin yıllardır tartışma konusu olan fen edebiyat fakülteleri ve öğretmenlik formasyonu için harcanan emek ve enerji, kıt kaynakların israfından başka bir anlam taşımakta mıdır? MEB’in kısa süre sonra artık yeni öğretmene ihtiyacı olmadığını açıkladığı bir zamanda ve binlerce fazla mezun varken, ek kurslarla yeni öğretmenler niçin yetiştirilir? Dünyanın en gelişmiş kimya sanayisine sahip Almanya’dan kat kat fazla kimyacı yetiştirmek nasıl bir ön görünün ürünüdür? Bu yolda harcanan iş gücü, öğretim üyesi, kaynak, altyapı vb. daha verimli nasıl kullanılabilir?
Yönetilemez büyüklükte ve sayıları 50-100 bin arasında değişen öğrenciye sahip onlarca üniversitemiz var. Bu üniversiteler yüzlerce farklı alanda eğitim verme çabasına sahipler. Bu kadar büyük eğitim yapılarını mevcut koşullar ve yönetim sistematikleri içinde verim yönetebilmek mümkün mü? Uzmanlaşma, bölgeler ve sektörlere göre bir yapılanma nasıl üretilebilir? Çok büyük temellendirilen ve farklı içeriklerde yatay gelişen okul ve yönetim modelleri, günümüzün değişim hızını yakalayabilir mi? Özellikle uygulama, toplumsal katılım ve üretim-okul ilişkisinin böylesine suni ve daha çok kâğıt üstünde kaldığı örnekler karşısında daha kapsamlı reformlar nasıl bir sıralama ve gerçekçi, veri temelli, zamana yayılmış planlamalarla başarılabilir?
Bu noktada uluslararası öğrenci ve öğretim üyesi değişim programı, kurum kültürünün gelişimi ve dünya ile entegre olunabilmesi için önemli. Bu konuda çabalar var, ancak yeterli düzeye erişmesi için desteğin artırılması gerekli. Bu konuda atılan adımların sağladığı katkılar, zaman içinde gözlenecektir. Bu bağlamda ARGE çalışmaları için TÜBİTAK’ın yıllar içinde artırarak sağladığı katkılar da önemli. Proje tabanlı çalışmalar daha çok yükseköğretim kurumu için akademik hayatta daha fazla yer almaya başladı. Ancak nicelik kadar nitelik, patent, problem çözme gibi sonuca yansıyabilecek uygulamaların artmasına da ihtiyaç var. Kamu kaynaklı uygulamalar kadar gerçek kişi, kurum, dernek ve meslek odalarının katkısı sahaya daha fazla yansıtılarak verimliliğin artırılması önemsenmelidir. Örneğin otomotiv ihracatında dünyada önde gelen ülkeler arasında yer alan Türkiye’de otomotiv sanayisi ile ARGE çalışmaları bağlamında üniversite ile nasıl bir ilişki kurulmuştur? Bunu sağlamak için nasıl bir teşvik ve işbirliği modeli üzerinde kafa yorulmaktadır? Türkiye nüfusuna oranla sağlığa ve ilaca dünyada en fazla para harcayan on ülkeden biri iken, bu konuda ARGE ve üretim araştırma ilişkisi nasıl bir modele taşınmıştır. Bu kadar kaynağı kullanan gelişmekte olan toplumların, bu konuda daha fazla kafa yorduklarını öngörmek hiç de zor değil.
Konu ile ilgili değerlendirme için birbirinden bağımsız onlarca alanda tartışma yapılabilir. Burada sıralananlar bazı kesitler ile düşünmeye aracılık edilmesi amaçlanmıştır. Bütüne yönelik değerlendirmelerde bulunmak daha kapsamlı analiz ve raporlarla mümkün olabilecektir. Türkiye’nin yerel özelliklerinden kaynaklanan ve üzerinde fazlaca tartışma yapılmayan bir alan da başarı sıralamasına yönelik tartışmaların içeriğine katkı sağlayabilir. Örneğin Sağlık Bakanlığının yeter sayıda hastane açamaması ve uzman doktor bulunduramamasının bir sonucu olarak tıp fakülteleri araştırma faaliyetlerinden çok, rutin poliklinik hizmeti veren hastanelere dönüşmüşlerdir. Özellikle Tıp Fakültesi bulunan ve gelişmekte olan üniversitelerin kaynaklarını, dengesiz bir oranla, önemli bir kısmını fakülte hastaneleri kullanmaktadır. Bu durumda bulunan Ankara ve İstanbul dışındaki onlarca üniversite incelendiğinde, akademik personel kaynağının çoğu durumda yarısının ya da önemli bir kısmının bu birimler tarafından tüketildiği görülmektedir. Başka nedenlere oluşan bir sorunun farklı yöntemlerle çözümü aranmadığı gibi, üniversite içinde birçok fakülte ve program bu dağılım dengesizliğinden etkilenmektedir. Hasta bakımı ve kapasite üstü rutin faaliyetler nedeni ile AB ülkeleri ile kıyaslandığında öğretim üyesi başına düşen tıp öğrencisi sayısında da bu dengesizlikler gözlenmektedir. Gerçekçi olmayan kontenjan artırımı bu bağlamda doğru bulunmamaktadır. Ancak 20 yıldan daha uzun bir süre kaynak kullanımındaki esnekliğe rağmen tıp fakültelerinin öğrenci kontenjanlarını artırmamış olması, tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Hastanelerin ürettiği katma değerin genel bütçe ve personel giderleri için kullanılması, tüm üniversitenin eğitim yaşamı için tüketilen kaynaklara rağmen direk bir katkı getirmemektedir. Sonuçta temel sağlık hizmetlerini yürütüyormuşçasına davranmak, önemli bir kayıp getirmektedir. Tıp fakültesi bulunan ve gelişmekte olan üniversitelerin öğretim üyesi dağılımı ve kaynak kullanımı ve toplam katma değer ilişkileri değerlendirildiğinde durum daha detaylı tartışılabilir. Ancak en iyi üniversite sıralamasına parametre teşkil eden temel birimlerin bu bağlamda kayba uğradığı da gözlenecektir. Yoğun bir tempo ile çalışan ve kamu yararı üreten tıp fakültelerine tek başına eleştiride bulunma amacında değiliz. Ancak işlev ve verimi değerlendirilerek olası aksaklıkların ‘daha iyi üniversiteler’ için incelenmesi gerekmektedir. Tartışmaların ana odağı üniversitelerin gelişimine nasıl katkı sağlanacağı olmalıdır. Buna ilaven, üretilen hizmetin faydası veya diğer kurumların yeterlilikleri bu tartışmadan bağımsız tutulmalıdır.
Benzer onlarca problem alanı sıralanabilir, farklı kesitlerden alınmış örnekler konunun ekosistemi içinde çok yönlü tartışılabilir. Ancak Türkiye’nin evrensel normlarda ve akredite edilebilir bir yükseköğretim sitemine acil ihtiyaç duyduğu açıktır. Yükseköğretim sistemimizin öncelikle daha rekabetçi, yönetişim modeli güçlü, alt yapısı bölgesel farklılıkları daraltarak gelişmiş, iş gücü niteliği yüksek, özgün, gerçekçi üretim-üniversite işbirliği kurgusuna sahip, toplumsal mutluluk ve gelişime katkı sağlayan, ARGE’de söz sahibi, yenilik üretebilen ve verimliliği yakalayabilmiş bir dizi reforma ihtiyacı bulunmaktadır. Eğitim ya da farklı alanlarda yapılan uluslararası sıralamalar çarpıcı sonuçlar açığa çıkarmaktadır. Lakin konu eğitim olunca, PISA dahil gerçekleştirilen uluslararası ölçekli sıralamalar, toplumumuzda eğitime yüklenen anlam ve gerçekleştirilen yatırımların karşılığının diğer ulusal başlıklara göre göreli olarak daha geç ya da az alındığını bizlere söylemektedir.
Dipnotlar:
- Çin’deki 44 üniversite, dünyanın en iyi 500 üniversitesi içinde yer almaktadır ve ülkeler sıralamasında en çok üniversitesi bulunan 2. ülkedir. Ancak Çin’in diğer endekslerdeki kıyaslaması mümkün olmadığı için karşılaştırma içinde yer verilmemiştir. ↩
- ARWU-2014 sıralamasına göre ↩
- “Education at a Glance – 2013” verilerinden yararlanılmıştır. ↩
- “Human Development Report 2013” verilerinden yararlanılmıştır. ↩
- “Main Science and Tecnology Indıcators 2013” verilerinden yararlanılmıştır. ↩
- “Main Science and Tecnology Indıcators 2013” verilerinden yararlanılmıştır. ↩
- “The Golbal Innovation Index 2014” verilerinden yararlanılmıştır. ↩
- Dünya Bankası verilerinden yararlanılmıştır. ↩