Yenilik ve Hayat
Yenilik, neşeli ve dur durak bilmeyen bir sözcüktür. İnsanların, nesnelerin, canlı yada cansız her şeyin, geçmişin yada geleceğin kah önünde kah içinde kımıldanır durur. Bazen kimse yokken evi tek başına derleyip toparlayan bazen de annesinin arayıp arayıp bulamadığı bir eski eşyayı tavan arasından bulup getiren bir kız çocuğu gibidir. Akıllı ve çalışkandır. Diğer sözcüklerden farklıdır. Bazı sözcükler ağırdırlar; söylendikleri yerde bir işaret taşı gibi çakılı kalırlar ve temsil ettikleri anlamın o gün orda var olduğuna dalalet ederler: Yeminler, kararlar, sözler, emirler böyledirler. Değişmez ve kimsenin de değişmesine izin vermezler. Bazıları güvenilmezdirler; A. Maalouf’un deyişiyle, siz onları nasıl ve nerede söylerseniz söyleyin onlar arkanızdan “sinsice ve kalleşçe” çalışmaya, kendi bildiklerini okumaya devam ederler: Tehdit, pişmanlık, endişe, ırk, silah, rekabet gibileri de bu türdendirler. Bunlar da insanın özerkliğini umursamazlar; biricikliğini ve mutluluk arayışını görmezden gelir hatta küçümserler. Yenilik, bunlara benzemez. O, zamanlar üstü, değişken ve esrarengizdir. Üstelik insana sürtünmeden de var olamaz. Ona şakalar yapar; ipliğini pazara çıkarır; ne kadar akıllı, ne kadar dirençli ne kadar kör yada inatçı olduğunu sınar. Çünkü insanlar gariptir; örneğin aralarında, bir kedi yavrusunun paçasına sürtünmesinden korkanlar ve korkularına akılcı açıklamalar getirenler bile vardır. İlk buharlı gemi Hudson nehri limanında istim buharları salarken, kıyıda bekleyenlerin “yüzmez bu” deyişleri, gemi ilerlemeye başladığında ise, “durmaz bu” deyişleri, yeninin insanı nasıl sınadığının örneklerinden biridir. Yeni, insanların arasında en çok dolaşan ve kime dokunursa ona göre dönüşen bir sözcüktür. Hem bizimle, hem baktığımız şeyle hem ona ne zaman ya da nerde baktığımızla ve hem de onun nerde, ne zaman ve nasıl oluştuğuyla ilişkilidir. Kendi halinde duran nesnelerin, dünyanın her yerinde benzer biçimde görülegelen olguların, birbirlerine benzeyen ya da benzemeyen insanların; yani alışılmış, kanıksanmış hatta yılgınlık uyandıran her şeyin önüne her an geliverecek; onu şaşırtıcı bir anlam örtüsüyle sararak insanların ona ilişkin düşüncelerini bulanıklaştıracak yada keskinleştirecek bir güce sahiptir. Yeni bir bilgi, yeni bir yorum, yeni bir bulgu, yanı başımızda küflenerek duran her şeyi dönüştürür, yeniden var eder. Yenilik, belki bu yüzden bir varolma coşkusu içerir.
Esasında yeni, önüne geldiği, biçim ve niteliğini değiştirdiği şeyle doğrudan ilişkili de olmayabilir. Yeniliği, bizlerin hayatla kurduğumuz ilişki belirler. İnsanlar yeni’nin, sadece “yeni” olan şeyleri nitelemesini beklerler, buna alışkındırlar. Örneğin Buharlı Geminin yalnızca 19. Yüzyılda “Yeni” olmasını isterler. Bu nedenle sözcüğün, varolan her şeyle hatta varolmayanlarla da kurabileceği sırlı ilişkiyi sınırlarlar. Haylaz oğluna “sen hele bir otur da sus” diyen oturaklı anneler gibidir onlar. Kimin nerede konuşup nerede susması gerektiğini bilirler. Her dem yeniden doğulabileceğini kabullenmek nedense onlara zor gelir. Oysa bir kez görüldüğünde yeniliğini kaybeden her şey, bir başka göz tarafından ilk kez görüldüğünde yine “yenilenir”. Bu, mucizevi bir tekrardır. Anadolu Medeniyetleri Müzesini dolaşırken, “gördüklerinizden hangisi sizin için yeniydi?” dediğimde öğrencilerimden biri “dikiş iğnesi” demişti. Bugünden beş bin yıl önce sivriltilmiş ve bir ucu delinmiş ince o kemik parçası ve bugün uyandırdığı şaşkınlık, yeninin sadece yeni olan şeylerle sınırlı olmadığını, daha doğrusu, insanlar yaşadıkça hiçbir şeyin eskimeyeceğini kanıtlıyor.
İnsanlar yeniyi çoğu zaman kendileri üretmezler. Tesadüfler yada zorunluluklar onları yeni düşünüşlere iter yada TDK sözlüğünde üçüncü sırada tanımlandığı şekliyle “o güne kadar söylenmemiş, görülmemiş, gösterilmemiş olan, tanınmayan, bilinmeyen ve daha öncekilerden farklı” olan şeyle; yani yeni ile yüzleşmeye zorlar. Bu edilgen karşılaşmalar ile her yeni, bazen eski şüpheleri ağırlaştırır, eski inançları çürütür yada keskinleştirir, eski duyguların üzerini bağlamış dindirici zarı sıyırır, eski korkuları kah büyütür kah yok eder. Çünkü her yeni, hakkında yeteri kadar veriye sahip olmadığımız şeydir. Bu veri yoksunluğu, yeni olanla yüzleşenin, ilave olarak kendi hakkında da yeterli veriye sahip olmaması ile perçinlenir. İnsanlar bu iki tarafı keskin eksikliği, boş inançlarıyla, olumsuz tutumlarıyla hatta öfke, görmezden gelme ve inkarlarla doldururlar ve yeni olanın kendilerinin akıllarını sınadığını fark etmezler; “gitmez” yada “durmaz” der dururlar. Vaktiyle İstanbul’a Kolon namlı pespaye, haydutvari bir denizci gelmiş ve Sultan II. Bayezid’e “bana birkaç gemi verin, size yeni bir dünya vereyim ve oranın hazinelerini buraya akıtayım” demişti. Dönemin ileri gelenleri, “ahir zamanda yeni dünya mı olurmuş?” deyip Kolon’u gerisin geri yüzdürmüşler de dertsiz başlarına dert almamışlardı. Bu durum, yeninin hangi taraftan geldiği ile ilişkilidir. İnandığınız bir öğretmen ile birlikteyken, beşbin yıllık bir dikiş iğnesi muhakememize yeni olanaklar sunar; buharlı gemi bir rakip firma tarafından yapılmışsa, yenilik alay ve inkarla karşılanır; yeni dünya teklifi bir kafirden gelmişse, hayatımız kendiliğinden akıp giderken itibar etmediğimiz batıllar, yüzlerce yıl sürecek fırsatları görmemizi engeller.
Yeninin dayandığı bilgi yada sembolize ettiği gerçek hakkında bir fikir sahibi olmamaktan kaynaklanan bu örnek şaşkınlıklar, belki de yeniyi bizzat üretmemekle ilgilidir. Ancak yeni olanı üretmek, onu üretmeye zorlayan şartları yeniden ele almış olmakla bağlantılıdır. Bir insanlık durumuna yeni bir gözle bakmak, aslında önce eğilim, sonra da yöntem sorunudur. İstemek ve bilmek gereklidir. Canımızı yakan bir soruna, dolanıp bir de arkasından bakmak çoğumuzun yapmak istediği bir şey değildir. Yeni veriler işleri daha da karıştırabilir ve kendimizi kandırdığımız gür yalanlarımızın sesini kısabilir. Zayıflığımızın ve çaresizliğimizin bir başka kökünün daha olduğunu bilmek ne işimize yarar? Nasreddin Hoca’nın, kaybolan eşeğini ararken, henüz bakmadığı o son dağın arkasına bakmayı ısrarla erteleyişinin bir açıklaması olmalı. Bir insanlık durumunu “bütünüyle” görmek istemek cesurca bir davranıştır ve yeni olanı üretmek işte bu tür bir cesaret gerektirmektedir.
İnsanların “yeni” olanla ilişkisi on binlerce yıldır süren tek ilişkidir. Dikiş iğnesinin ilk kullanıldığı zamanlarda da insanlar yeni karşısında benzer tavırları sergiliyorlardı, yeni dünyaların ahşap gemiler ve rüzgarlarla keşfedildiği dönemlerde de öyleydi. Bugün de öyle. Dünya, o son dağın arkasına da baktıktan sonra gereğini yapanlarla, kör umutlarına gömülüp yayan gezenler arasında ikiye bölünmüş durumda. Yeni sözcüğü 20. Yüzyılda hiç durmadı ve hala insanların, eğilimlerin, problemlerin, durumların, nesnelerin, tehditlerin, fırsatların, açıklamaların, yorumların, bulguların, imkanların arasında ışık hızıyla mekik dokuyor. Yenileşmelerin birbiri arasındaki bekleme süresi giderek daralıyor ve her yenilik, “yeni olanın” barındırdığı bütün potansiyel tehdit ve fırsatları içeriyor. Bununla birlikte, hiç kimse gerçekte ne olduğunu, bu olan yeni şeyin ne zaman doğup ne zaman televizyon haberlerine ve reklamlara konu olacak kadar yada bir ülkenin işgal edilmesine yol açacak kadar büyüdüğünü bilmiyor ve merak da etmiyor. Çünkü yeni olanın tehditlerinden herkes saklanmaya çalışıyor ve yine herkes fırsatlarından yararlanma hayalleri kuruyor. Bu paradoksal illüzyon bu yüzyıla ait yeni araçlara atıflar yapılarak açıklanabilir. Ancak gerçek şu ki, yenilik ve onun üretilmesini mümkün kılan şeylerin önemi ve aciliyeti, bronz çağıyla, kalyon yolculuklarının yada buharlı gemilerin bulunduğu çağlarla kıyaslanmayacak denli artmıştır.
Türk Dil Kurumu’nun “yeni” sözcüğünün ilk anlamını “kullanılmamış olan” olarak vermesi son derece ironik ve aslında üzücü. İlk anlam, öncelikli anlamdır. TDK sözlüğüne göre, neler öncelikle yeni’dir? Buzdolabı, koltuk takımı, telefon, otomobil… elbette henüz kullanılmamışlarsa. Bu sığ anlam, bizlerin yetinebileceği bir perspektif olamaz. Son üç yüz yıldır bütün toplumsal dönüşümlere “cedit” “nev” yada “yeni” adını vermiş bir geleneğin yeni olana ve onun gerek şartlarına saygıyla ve bir tür hakikat açlığıyla yaklaşması beklenir. Yenilik için gerekli verileri toplamakta gösterilecek tereddüt yada yeniliğin algılanmasında düşülecek bir akıl sapması, ölümcül olabilir. Oysa “yeni” sözcüğüne istediği hareket serbestliğini tanımak; ona gerçekliği “yeniden” yaratma fırsatı vermek, dün yada bugün bin bir çeşit iç sıkıntısıyla kendi var olma potansiyelini boğazlayıp duran bizler için ve binlerce yıldır doğdukları dünyadan aslında daha iyisini ve yenisini hak eden çocuklar için aklın seve seve üstlenmesi gereken bir sorumluluktur.