Gnōthi Seauton

Gnōthi Seauton

Son 200 yıldır ekonominin espri anlayışı pek de değişmedi. (Bu “espriyi” bir cümle sonra, sırf istisnasız bir şekilde aşağılama barındırdığı için, kimlikler üzerinden anlatıp şakanın dozunu artıracak düzeyde siyasetle süsleyebilirdi ama yazarın kıyıda köşede sakladığı insanlık değerleri henüz kendisine lazım).

Evet, ekonomi hala aynı şakayı yapıyor; en sıkıcı haliyle daha ucuz sermayeye daha fazla artı değer. Bu şakaya hala gülüyor oluşumuzu biz insanların mizah anlayışının bozukluğuna bağlayıp geçmek duruma daha uygun düşüyor, zira bu saatten sonra aynı şakayı ciddiye alıp eleştirmek fazlasıyla yersiz. -Bu şakanın güçlenerek sürüşünden, normalleştirilmesinden bir ders çıkartma görevini, diyalektiğine dair bulmacayı çözme işini başkalarına bırakalım. Hem temizlenmesi gereken bir yeri, hele ki böylesi yazılarda, doldurmaya çalışmak abesle iştigalden başka ne olabilir? –

Diğer tarafta ise hala şakanın komik olmadığını söyleyen ve eleştirenler var. Hatırlarsınız; bu şakayı açıklayıp herkesin keyfini kaçıran Frankfurtlu arkadaşlardı; başlarında da sırf “Güneşi doğudan doğuran adamın” tarihi açıklama kibrine özenip şakaya kimse gülmesin diye gülenleri ve gülüp de gizleyenleri örgütlemeye çağıran en yakın arkadaşları sevgili Marx. Lakin bir türlü anlayamadılar; kimse Adam Smith ve lejyonu kadar ukala değildi ve bu şakayı mahvedemeyeceklerdi! “Son insan” da bu şakaya gülene kadar bu komiklik devam edecekti!

Burada bir mola verip her anlatışında fıkranın komik olmasını sağlayabilen ustalığa şapka çıkaralım. Ne de olsa “başarının” hakkını teslim etmek lazım! Bu şakayı kendine has iğneleyici üslubuyla yerle bir edebilecek biri değil, şakanın gerçekliğini algılayıp, çözümleyip yenilikçi bir şaka üretecek, işlevsel olduğu kadar faydalı ukala bir türlü çıkamadı.

Bu tabloda artık bir uyumsuzluk görünmüyor, şakanın arz talep dengesi sabit – kimileri buna sinirlenecek de olsa sabit-. Şakayı yapan da şakaya gülen de memnun. Durum komedilerini duyarsızca izleyenler, izlemekten sıkılanlar da var elbette ama şakayı Frankfurtlular kadar ciddiye almadıkları için şakayla ilişkileri bitmiş. Bu insanları farklı kılan, izlemekten sıkılıp televizyonu kapama lüksüne sahip oldukları bilinci. Bu tabii ki bir lüks lakin pek öyle parayla alınabilir cinsten değil. Bu yazının meselesi de bu…

Peki, yazar burada uyumsuzluk görmüyor ve kendini televizyonunu kapama lüksüne sahip addediyorsa, konuyu ciddiye alıp bir şeyler yazmasına neden olan ne? Bu sorunun cevabı, şakanın son anda ilahi komedi olabilme fırsatını yitirip bir trajediye dönmesinde saklı. Yazar son zamanlarda yükseköğretim, akademik yayıncılık, eğitim-ekonomi konularına fazla maruz kalmış ve dikkatini çeken bir şaka var. Eski şakanın kılık değiştirmiş hali olan, bu defa gerçekten de hiç komik değil.

Bu yeni, aslında özü itibariyle pek de yeni olmayan, şakanın faydalarını yine konuyu ciddiye alanlara bırakıp, ciddiyetsizliğimizi bozmadan ve şakayı açıklamaya kalkışmadan, onlara söz başı olarak tek bir cümle hediye edelim: “this joke has been done before  1” . Vakit, televizyonun dahi olmadığı yerlere kaçma vaktidir. Çünkü durum, televizyonu açmamanın bir çözüm olmayacağı denli vahim ve ısrarcı.

Post-fordizm kamuflajı altında şakayı gıcır gıcır bir görünüme kavuşturup “yepisyeni bir Marx(neo-maxist)” ve “yepisyeni bir Smith (neo-smithist)” için yeniden anlatmıştı ve bu sefer ikisi de tedirgin olmasına rağmen karşılıklı katıla katıla gülebilecekti. Ve güldü de… Gözümüzün içine baka baka!

Yeni şakanın yazarın zihnindeki iz düşümü şu soruyla su yüzüne çıktı ve bu yazıya dönüştü; “Bilgi ekonomisinin “know how’a” ihtiyacı olmasa açık erişim, yani parasız bilgi gündeme gelir miydi, gelmez miydi? ”

Omuriliği hemen cevap veriyor: “Ancak ‘orada küçük sempatik anarşik bir komün, belki de tatlı bir kooperatif var uzakta’ kadar; üniversitede parça parça kitap bölümü paylaşan, makale çoğaltan ütopya sever öğrencilere özgü bir hayal olarak…”

Şu sıra ekonominin hammaddesi değişirken, Marx’ın gün itibariyle haklı olabileceğine dair itiraflar yersiz geliyor yazara; daha kötüsü bunu, bilgi ekonomisi üzerine oynanan bahislerde Frankfurtlu arkadaşların haklı çıkma ihtimalinin açık ara öne geçtiği iddia edilen bir evrede olduğumuzu bile bile söylüyor.

Ne yapalım yani, ekonomi hala aynı şakayı yapıyor! Ekonomi politik objenin yerini devcileyin bir süjeye vermişken, kendine yabancılaşmış süjenin kendilik bilinci-şu lüks meselesi yani- bilginin yeni mahiyetiyle ne hale gelecek yazar asıl onu merak ediyor.

Bu yeni şakadan önce ironiden birazcık da olsa anlayanlar “Açık erişimden her makale indirişinizde, bir akademisyen ölüyor” derdi. Hatta “günlüğü 5$’dan çalışan akademikin makalesi: 200$” diye sisteme, adaletsizliğe isyan ederdi!

Alışılagelmiş meta kalıplarımızı aşan bilgi, son tahlilde kamulaştırılıyormuş-muş-muş! Bazılarımızın şakayı yeniden hatırlamaya ihtiyacı var. O zaman hatırlatalım; yine en sıkıcı haliyle: daha ucuz sermaye=daha ucuz bilgi.

Bilgi ucuzlatılacak, hem değerde hem manada. İnsan ucuzladıysa, insanın bilgisi niye ucuzlamayacak? İnsan için insandan bağımsız bir bilgiden bahsetmiyorsak ki bahsetmiyoruz, insan bilgisini kendi elleriyle kendi ellerinden alacak ya da başka bir bakış açısından hareketle, insan bilgiden koparılacak. -Belki de Prometheus’un ateşi geri götürme vakti gelmiştir!-. Daha şimdiden bilginin ne kadar ettiğini anlamak için bilgiyi zapturapt altına alıp, ölçüp biçip, işimize “yarayıp yaramayacağını” da ancak kullandıktan sonra bileceğiz diyorlar. Bilgi ve varlık arasındaki derin uçurumun, sonsuz boşluklara dönüşeceğini fark etmeden açık seçik beyan ediyorlar. Bilgiyi çiğneyip tükürecekler, tıpkı “bilenlere” yaptıkları gibi.

Kendini bilmek önemli. Bazıları içinse önemli olan tek şey. İnsanın kendine yabancılaşmasının da ötesine geçtiğini düşünürken, bilgi ekonomisi için bilgi üretecek bir bilimin, insanın özüne/kendiliğine değil, kişiliğine adeta yatırım yapacağı fikri sadece hayret uyandırıyor yazarın içinde. Bu noktada şaka da ısrarcı olanlara soruyor; insanın kendisini anlamasına yaramayan, kendisini kendinden öteye götürmeyen bilgi hakikaten cehalet değilse nedir? Yazar soruyor ama anlamı kendi atadığı için hiç de cevap beklemiyor, sadece –şu– lüksü arayanlar varsa diye bir parça ekmek kırıntısı bırakıyor patikaya. Yine de bilgiye ve bilgi felsefesine ne olacak diye düşünüyor, bir kütüphane yanarken çıkaracağı duman renginde, kara kara.

Yayılma hızı dolayısıyla bu vehimlerinin pek de haksız olmadığını düşünerek, bir konuyu daha kendine mesele ediniyor. Gözlemlediği üzere birileri çıkıp çıkıp eğitim sistemlerine, müdürlere, öğretmenlere, ailelere “Bilgi ekonomisinde çocuklar 21. yüzyıl becerilerine sahip ola!” diyor. İki “beceri” ise özellikle dikkatini çekiyor; liderlik ve girişimcilik. Liderlik diyorlar, yazarın aklına “Ne büyük bir rezalet bu! Kimse, kimsenin öğretmeni olmak istemiyor, herkes, herkesin lideri olmayı düşlüyor. 2” sözü geliyor. Girişimcilik diyorlar, dönüp de sormuyorlar “Kendini bilmeyen çocuk, bu bilgi yaklaşımıyla neye girişecek?” diye. Cevap da vermiyorlar ve yazar mırıldanıyor; “Herhalde çocuklar kendi kendilerine girişir bundan böyle… Sırf kendilerini mağlup etmek için!”

Ulus Baker bir yazısında şöyle diyor “Marx’a göre ekonomi-politiğin yaptığı hatanın aynısını Freud da kendi alanında yapacaktır: Sermayenin öznelliğinin aynı zamanda başkasının öznelliği olduğunu görememek -ekonomi-politik, sermayenin billurlaşmış bir emek ürünü olarak görülebileceğini göremez. Freud ise insan yavrusunun suçluluk duygusu olarak nitelendirdiği hikâyenin aslında ana-babanın bir uydurması, bir hayalî olduğunu göremez (Oidipus).”

Yazar da eğitim boyutunda bir eksiğe işaret etmiş olsun: Herkesin kendine yabancılaştığı ama hala öznelliğini ürettiği için bu yabancılaşmanın da bilincinde olduğu bir ekonomi politikten, sırf bilginin mahiyetinin çözülüp insanın kendiliğini, yani kendi kendini ürettiği, öyle ya da böyle bilgeleşme serüvenini yitirdiği ve sonunda kimsenin özünü tanımadığı bir ekonomi politiğe geçerken, sadece bilgiye sahip olmakla insanın nasıl bir bilgi üretebileceğini, üretilen bilgiden de ne tür bir fayda sağlayabileceğini düşünmüyorlar.

İşte bu istediğinde kullanmak üzere kenarda tutulan bir lüks değil. Bu, lüksü yitirmek. Bu kendine yabancılaşmak değil, bu tamamen kendilik bilincini yitirmek!

Camus Sisifos Söyleni’ndeki gibi, sıçrayarak ‘başarısızlığında yengiyi bulanlar’ ve oyunun(ya da yeni şakanın) kurallarına göre kendi sınırlılıklarında bir yaşam alanı yaratabilenler açısından bir karşılaştırma yapıp yabancılaşmanın yeni ekonomi politik içerisindeki ahvalini tartışırdı belki ama yazar bu lüks yitiminin ontolojik boyutlarını başka bir yazıya bırakma konusunda oldukça ısrarcı. Cevaplanmamak üzere birkaç soru iliştirebilir yine de:

Bilgiyi varlıktan ayırmak, yani ontolojiyi epistemolojisiz bırakmak, varlığı havada asılı bırakmaz mı? Epistemenin değer ve anlam bütünlüğü çöktükten hemen sonraki zamanlarda, o varlık anlamı taşıyan bir kap olduğundan dolayı sivriliyorken hem de, varoluşuna dair sorduğu her sorusuna vereceği yanıt da köklerini mecburen epistemeden alırken yani, hangi epistemeden medet umulacak? Diğer bir deyişle; dayanakları kırılmış bir episteme anlayışı hırpalarken, hırpalanan anlayış dönüp varoluşu yaralarken, yaralı varoluş özünü (asli oluşunu) eylemli ve eylemsiz yönleriyle nasıl olup gerçekleştirecek?

Sonuçta dediğimiz gibi; kendini bilmek önemli. Bazıları içinse önemli olan tek şey…


Dipnotlar:

  1. Bedri Baykam “This has been done before”.
  2. Yan Marchand, “Sokrates Karanlıktan Çıkıyor”