Gerçeği Umursamak
“Dünyadaki en merhametli şey, zannımca, insan zihninin, içerdiği bilgiler arasında karşılıklı bağıntılar kurmaktaki yetersizliğidir. Kapkara sonsuzluk denizinin ortasındaki dingin cehalet adasında yaşıyoruz ve uzaklara seyahat etmek bize göre değil. Her biri kendi yönünde çaba sarf eden bilimler bugüne kadar bize çok az zarar verdi, ama bir gün dağınık bilgilerin bir araya getirilmesi gözlerimizin önüne öyle korkunç bir gerçeklik serecek ki, bu manzara içindeki kendi konumumuzu görünce ya ortaya çıkan bu gerçek nedeniyle delireceğiz yada ölümcül ışıktan yeni bir karanlık çağın huzur ve güvenliğine kaçacağız.” H.P. Lovecraft, Cthulhu’nun Çağrısı
Lovecraft, korku edebiyatının ustasıdır ve gündüz gözüyle okunması gereken tehlikeli yazarların başında gelir. Başımızı kitaptan kaldırdığımızda, alıştığımız şeyleri alıştığımız ışık içinde, alıştığımız ritimleriyle göremeyeceğimiz bir saatte, örneğin gecenin üçünde okumak, içinde mutlulukla yaşadığımız, istediğimiz parçalarını seçip anlattığımız gerçekliğin, anlatmak şöyle dursun aklımızın sınırlarını yırtmadan hatırlamaya bile tahammül edemeyeceğimiz bir şekle dönüşebileceği endişesini doğurur. Kendisinin dediği gibi cehalet adasında olmasa bile, bir zihinsel alışkanlıklar adasında -ki belki bu da aynı kapıya çıkıyor ama şimdilik dursun- yaşamaya ihtiyacımız vardır. Etrafımız, gölgesi kendisinden başka türlü görünen, tıkırtılar, gıcırtılar çıkaran nesnelerle çevrili ve bizler gecenin üçünde, onları saran ürkütücü ay karanlığına karşı, sadece perdelerimizi daha sıkı kapatmayı başarabiliriz. İşte bu yüzden Lovecraft herkesin işinde gücünde olduğu saatlerde okunmalı. Anlaşıldığı üzere bu, gerçekliğin çarpıtılmamış haline duyduğumuz sadakatten kaynaklanmıyor. Gerçekliğin, kafamızda oluşturduğumuz derinlikli, çok boyutlu ve -tuhaftır- organik bir yoldaş değil de, kendi bilinen ve bilinmeyen yönleriyle bambaşka bir bütün olabileceği ve varlığımızın onun kabuğuna yapışmış, ondan olmayan, doğal bile olmayan, hileyle tutunmuş rahatsız edici bir ricacı olabileceği ihtimali, katlanılabilir bir şey değil. Aynaya baktığımızda, gözlerimizi kapadığımızda yada benzerlerimizi izlediğimizde zihnimizde beliren binbir gece saraylarının; kişiliğimizin, bedenimizin, güçlerimizin ve güzelliklerimizin belki de binbir çeşit afyondan herhangi birinin sebep olduğu hayaller olduklarını, durduk yerde neden düşünelim? Gerçek, bizim gördüğümüz şeydir. Onunla ilişkimiz, gün ışığında kurulan ilişkidir. Sağlıklıdır. Normaldir. Hemşehrilerimizinkiyle aynıdır. İçinde, cümle içinde kullanamayacağımız bir tek kelime yoktur. İşte bu yüzden, gerçeği parçalara ayırıp alışılmadık biçimlerde yeniden birleştiren Lovecraft ya gündüz okunmalı yada hiç okunmamalıdır.
Gerçeğin, insanların üzerinde en çok konuştukları, kendisinin yüzüne karşı yada arkasından en çok adını andıkları, en çok güvendikleri, inanmaya hazır oldukları şey olmasına rağmen kimsenin kafasında açıklıkla sınırlarının çizilmemesi aslında onun doğası hakkında bizlere bir fikir vermelidir. Dünyada “Hakikati” aradığını söyleyen insanların yaşamış olduklarını biliriz ve eş dostla konuşurken onların adlarını anarak sanki arayışın ya da sonucun bir parçası da biz olmuşuz gibi bir övünç payı çıkarırız. Buradaki büyük “Hakikat” herhalde, arandığı dönemlerde yaygın olan hayatın anlamına ilişkin büyük hikayelerin sakladığı başka bir alternatif büyük hikaye olmalı. Hayatlarımıza ilişkin, halihazırda mevcut olan “büyük” açıklamaların zaman içinde nerelerde çarpıtıldığını ve bu çarpıklıkların hangi araçlarla ve ne amaçla gözlerimizden saklandığını kırkımızdan sonra fark etmeye başladığımızda, esasında benzer çarpıtılmalara uğramış başka büyük açıklamalar fısıltıyla anlatılan hikayeler olarak hayatlarımıza girerler ve bir hakikat yanılsaması yaratırlar. Aydınlanmış olmanın gönül hoşluğu ile birleştiğinde bu yanılsama, ayrıntıların özgün değerlerini kaybetmesine neden olabilir. Ancak, yukarıda sözünü ettiğimiz Gerçek, kaybedilen, aranılan, bulunan “büyük hakikat”le ilişkili olmakla birlikte birebir aynısı değil. Gerçek, bizim her gün yaşadığımız şeylerin nedenleri ile sonuçlarının arasında her an yeniden var olan bir akıl ilişkisi aslında. Bu ilişkiyi biz kurduğumuzda gerçeğin farkına varmış oluyoruz, kurmadığımızda o, evrensel aklın bir parçası olarak çalışmayı sürdürüyor. Kolay gibi görünüyor.
B. Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğünde Gerçek’i, “Bilinçten bağımsız olarak var olan” olarak tanımlıyor. Eskiler “eşyanın hakikati” derlerdi. “Eşya”nın; yani “şeylerin”. Şey; yani, düşünen bilincin konusu olabilen, gerçekte var olmayıp da yalnızca düşünülmüş olan her şey. Öyleyse, felsefeye kalsa gerçek, zihinlerimizde var ettiğimiz şeyler arasındaki bir ilişkiler bütünü. Şimdi o halde, eğer gerçek ile bir sorunumuz varsa bize düşen, oturup “başka şeyleri başka şekilde” düşünmek. Peki öyleyse neden bizler, söylediğimizin doğruluğundan kuşku duyulmasının önüne geçmek için “gerçekten” diye sağlama ihtiyacı duyarız? Neden alışılmadık bir şeyler söz konusu olduğunda ilk olarak onun gerçekliğini sorgularız? Gün içinde kaç kez “gerçekten mi?” sorusunu sorduğunuzu bir düşünün. Gerçek, zihinde tasarımlanan bir şey olabilir ama, başka bir şey de olabilir. Ozankaya, Toplumbilimleri Sözlüğünde Gerçek’i başka bir şekilde tanımlıyor: “Nesnel olan ve olanağın gerçekleşmesi sonucunda ortaya çıkan”. Bu tanım, şeylerin belli yasalar çerçevesinde oluşturdukları organik bir bütün olarak gerçeği; umursamanın önemli olduğu gerçeği sanki daha netlikle açıklıyor.
Gerçeğin tanımı yada açıklaması, görüldüğü üzere sıkıcı, anlaşılmaz ve zaman kaybettirici. Bizim için şimdi önemli olan gerçek karşısındaki tutumumuz. Hepimiz herhangi bir şeyin gerçekliğini sorgulayabiliyoruz. Gün içinde büyüklü küçüklü yaşantıların gerçekliğini yada gerçekliğin farklı boyutlarını, ne, ne zaman, kim, nasıl vb gibi sorularla sürekli denetleriz. Bazen niyetimizi açıkça belli eder ve “gerçekten mi?” diye sorarız. Görünürde, zihinlerimiz gerçek kaygısı içinde yüzmektedir. Peki Lovecraft’ın ve A. Huxley’in dikkat çektiği, gerçeği görmenin olası yan etkileri bizlerde neden hiç görülmemektedir? Örneğin Huxley, “birgün gerçeği göreceksiniz ve bu sizi öfkelendirecek” demişti.
Öğrendiğimiz gerçeğin, doğuştan öfkelenmeye hazır olduğumuz birkaç konu dışında bizleri neden hiç öfkelendirmediği, aslında cevabı karmaşık bir soru. Gerçeğe ilişkin bilginin güvenilirliği ve gerçeğin hayatlarımıza doğrudan yada dolaylı etkilerinin görünürlüğü sorunları, bu cevabın hareket noktaları olabilir. Pekçoğumuz gerçekliğin farklı boyutlarına ilişkin incelikli verileri bulup, bu verileri problemimiz neyse onu çözmek yada hiç değilse anlamak doğrultusunda birleştirmeye çalışmak yerine, gerçeğe ilişkin indirgeyici açıklamalara itibar etmeyi tercih ederiz. Çünkü, gerçeğin farklı boyutları incelikli olarak farklı disiplinler tarafından araştırılmamıştır; ekonomik boyutuna ilişkin veriler bulunmaktadır belki ama sosyolojik boyutu bomboş durmaktadır, tarihsel boyutu efsaneler ve suçlamalarla doludur, siyasi boyutu spekülasyonlarla çalkalanmaktadır, felsefi boyutu zaten hiç yoktur. Yani, gerçekliğe endişeyle yaklaşsak bile, elimizde bütünleyici veriler bulunmamaktadır. Bu durumda, “akıllı düşünedursun deli gider de gelir” diyerek kendimizi kandırıp “eğrisiyle doğrusuyla” bir şeyler yapmak tek seçenekmiş gibi görünmektedir. Ancak, doğrusunu medarı iftiharımız kabul ederiz ama, eğrisinin sonuçlarıyla yüzleşmek çoğu zaman bizlere zor gelir. Ya kemiği yanlış kaynadığı yerden yeniden kırmak yada görmezden gelmek gerekmektedir. Yıkılma riski taşıyan evlere bu yüzden oturulabilir raporları verilir, oturulamaz raporu verilmişse bile bu yüzden boşaltılmaz. Nasıl olsa müteahhit, muhtar, belediye başkanı, medya yada başbakan suçludur.
Ancak bana öyle geliyor ki, bütün çıplaklığıyla “anlaşılabilen” bir gerçeği görmezden gelmek mümkün değildir. Herhangi bir gerçek duruma ilişkin spekülatif değerlendirmeler, totolojik önermeler, indirgemeci suçlamalar ve bunlar gibi her biri birer ölümcül zihinsel hastalık olan pek çok yaklaşım, güvenilir ve geçerli verilerin bulunmadığı yerlerde varolabiliyorlar. Zihinlerimizin veriye ihtiyacı var. Üzerinde düşünebileceğimiz bir şey yoksa düşünme eylemi olamaz. Gerçeğin kendi kendine konuşup kendi kendini açıkladığı da görülmüş bir şey değildir. Bacon işi, “sırlarını açıklaması için gerçeğe işkence yapmaya” kadar götürmüştü.
Gerçek bazen kanaatlerimizi, inançlarımızı, kendimize yada sevdiklerimize bakışlarımızı zorlar. “O aslında öyle değilmiş” dedikten sonra tutum ve davranışlarımızdaki değişme, bizim gerçeği hakkıyla takdir edebildiğimizin göstergesidir. Fakat bunun içi de bir zihinsel ve ahlaki olgunluk gereklidir. Çoğumuz “O’nun aslında ne olduğu” ile ilgili olarak bizi dönüşüme zorlayan verilerden kuşkulanmayı seçeriz ve sonrasına da “kader” deriz. Fakat gerçekle ilgili bu işin burada bitmeyeceğini hissediyorum. Öbür tarafta sizlere ne sorulacağını bilmiyorum ama bana yöneltilecek ilk soru “gerçeği ne kadar umursadın?” olacak.