"Eğitim Siyaseti Nedir?" Sorusunun Ardından

“Eğitim Siyaseti Nedir?” Sorusunun Ardından

Geçen ay “Eğitim Siyaseti Nedir?” konulu 3. Eğitim Forumu’muz çok değerli ulusal ve uluslararası katılımcıların ışığında gerçekleşti. Eğitim ve siyaset ilişkisinin irdelendiği forumda, Türkiye’de ve dünyada eğitim politikalarını mevcut durumda olmasının sebepleri, eğitimin ve eğitim politikalarının şirket gibi yönetilmesinin arkasında yatanlar sorgulandı. Bu alt başlıkların içerisinde en dikkat çeken soru ise, eğitimin bir devlet politikası mı yoksa siyasilerin kendi dünya görüşlerinin bir yansıması mı olduğuydu.

Halk arasında ‘felsefe yapma evladım’ söylemlerini, politikacıların ‘biz her şeyin doğrusunu biliriz’ tavrını ve ‘teoriyle pratik birbirini tutmaz’ savunmalarını bir kenara bırakırsak; bu yazı ‘doğru eğitim sistemine’ götürecek yolu tarif etmese de, ‘doğru eğitim politikasını’ nasıl bir bilinçle yapılması gerektiğine dair ipuçları verecek. Klasikleşen ama felsefenin özünü hatırlatan ve ister istemez içimizdeki felsefe algısını da tüm çıplaklığıyla ortaya çıkaran ‘neye göre, kime göre doğru eğitim politikası’ diye sorabilirsiniz. Ancak; eğer ‘doğru’ olmasaydı yıllardır hepimiz bunun arayışında olmazdık sanırım.

Eğitim politikası, ne zaman ‘doğru eğitim politikası’ olmaktan vazgeçti ya da özü, olanı aramak ve anlamak olan felsefe, eğitim sistemimizin belirlenmesi sürecinden ne zaman çıktı ve her aşamada siyasallaştı? Peki, biz ne zamandır kendimizi ‘eğitimin iyisini’ aramaktan sıyırıp ‘siyasetin iyisine’ adar olduk? Yasalar yıkıp yasalar çıkarırken, neden felsefi bir ‘iyinin’ peşinden gitmiyoruz? Nedeni şu, geleneksel siyaset anlayışımız 2500 yıl önce öyle bir değişti ki ne biz ‘sıradan’ insanlar ne de ‘filozoflar’ bu durumu değiştiremedik.

Hakikaten Sokrates Niye Öldü? 1

Antik dönem, bilindiği üzere modern düşünce tarihinin temel dayanak noktasını oluşturmaktadır. Güçlü polis devletlerin altında, dünyayı anlamaya, içerdiği gerçekleri algılamaya, vatandaşlık ve devlet gibi toplumsal kurumların oluşturulması ve irdelenmesi gibi uğraşların önem kazandığı ve felsefi olarak sorgulandığı bir dönemdi. Belki de bu nedenledir ki Atinalılar, siyasete ve siyasal alana bakışları nedeniyle, kendilerine referansla tanımladıkları ‘barbarlardan’ daha ‘farklı’ ve hatta daha ‘üstün’ olduklarını savunabildiler. Siyasi meseleleri dayatmadan, konuşma formunda yapabildikleri için kendileri ile gurur duyuyor ve retoriği, yani ikna etme sanatını, en yüksek ve siyaset sanatı olarak addediyorlardı. Peki, nasıl oldu da Atinalılar ve akabinde Yunanlar felsefeyi tehlikeli bir uğraş olarak gördüler?

Felsefe ve siyaset, Sokrates’in yargılanması ve mahkum edilmesiyle birlikte birbirinden, tamamen ‘zıt’ iki alan olarak ayrıldı. Bizim geleneksel siyasal düşünce kalıplarımız ise hem Sokrates’in cezalandırılmasına hem de Platon’un polis hayatını ve Sokrates’in öğretilerini sorgulamaya başlamasıyla şekillendi. Polis tarafından öğretim biçimi, yani metodolojisi sorgulanan Sokrates, masumiyet ve erdemlerini savunmak için jüriyi (tercihen)ikna etmediği ve (koşulsal olarak) edemediği için, Platon’u da bu yöntem üzerine düşünmeye sevk etti.

Jüri ve halkın karşısında savunmasını yapana Sokrates’in ana odağı, bütün şehrin iyisiydi. Bu niyetini arkadaşlarına, kaçmaktansa siyasi nedenlerle ölüm cezası çekmesinin gerektiğini söyleyerek açıkladı. Fakat bu tutumu, ne arkadaşları ne de jüri tarafından anlamlandırılamadı. Diğer bir değişle, Atina’nın filozofa, arkadaşlarının ise siyasal argümanlara ihtiyacı yoktu.

Sokrates polisi kendi yöntemiyle ikna etmede başarısız olunca; hayatı tehlikede olduğu için değil, sahip olduğu ‘doğru’ nedeniyle, şehrin filozof için uygun bir yer olmadığı sonucuna vardı ki bunun doğruluğu ileriki dönemlerde filozoflar tarafından deneyimlenecekti. Bundan daha önemlisi ise, şehrin filozofun hatırasını saklamak için bile güvenilmez bir yer olmasıydı. Sokrates’e göre kendi dünyevi ölümsüzlüğü, filozofların, polisin ve vatandaşların dayanışmasına karşı, kendi dayanışmalarından ilham almalarıyla mümkün olabilirdi. Her insanın düşünce ve eylemleri kendi kalıtımsal istikrarsızlığı ve unutkanlığı tarafından tehdit edilirken, filozoflar bile bile unutulmaya bırakılıyordu. Şaşırtıcı olan ise polis, vatandaşlarına ölümsüzlüğü ve istikrarı garanti ediyor ve bunu yaparken de filozofun ölümsüzlüğünü tehdit ediyordu.

Platon’un yöneticinin filozof (bkz. Philosopher king) olmasını istediğinde, nasıl karşılandığını daha iyi anlayabilmek için polisin, sanatçı ve şairler için geçerli olmayan ama filozoflara karşı geliştirilen önyargılar unutulmamalıdır. Sadece kendi için bile neyin iyi olduğunu bilmeyen bilge adam(sophos), polis için neyin iyi olduğunu da diğer herkesten daha az bilecektir anlayışı hakimdi. Aristo ve Platon bilge adamın sadece polis dışındaki konularla ilgilenmesi gerektiğini, anlamanın önemini ve neyin iyi olduğu arayışında olması gerektiğini savundular. Fakat Plato filozofun işini ebedi, değişmeyen ve insan dışı meselelerle tanımlasa da bu da düşüncenin kendisini siyasal rol oynamaktan uzak tutamayacağını savunmuş ve polisin ürettiği; eğer filozof insan iyiliği ile ilgilenmezse “hiçbir-şey-için-iyi” olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu sonucuna karşı çıkmıştır. Burada yer alan “hiçbir-şey-için-iyi” kavramı nihai anlamda bir iyiden çok yararlı olamama anlamındadır. Bu bağlamda, insani meselelerden bağımsız ‘gerçeği’ arayan felsefe taşıyıcıları polisten uzaklaştırılmaya başladı. Sokrates ise ebedi, insan dışı, siyasal olmayan meselelerle uğraştığı için polisin bilge adam çizgisini aşan ilk filozof oldu.

Aslında Sokrates’in ölümü, kendisinin ‘bilge adam’ olmadığını polise inandıramaması üzerine kuruluydu. Kendisini bilge olarak görmeyen, bilgi üzerinde iddiada bulunmayan Sokrates, polis tarafından siyasi olarak “hiçbir-şey-için-iyi” olduğunu itiraf etmeye zorlandı. Göremedikleri şey ise, ‘bilge adam hiçbir şey bilmediğini bilen adamdır’ yaklaşımından dolayı, Sokrates’in ne böyle bir iddiası vardı ne de felsefi olarak gerçekten de öğretebilecek bir şeyi. Filozof ve polis arasındaki çatışma ortaya çıktığında, bilge olduğunu iddia etmediği için felsefeden yeni taleplerde bulundu ve bu koşullar altında Platon “doğrunun tiranlığı” kavramını ortaya attı. Buna göre, kişiyi ikna edecek olan geçici iyiler değil, kişinin ikna edilemeyeceği daimi doğrular şehri yönetmeliydi. Filozof bir doğruyu, ebedi olanı polise sunduğu an diğer fikirler(doxa/opinion) arasında önemini kaybediyor ve fikir formunu alıyordu. Polisin ‘fikir’ takıntısı ikna metodunu öne çıkarıyordu çünkü ikna doğrudan değil fikirden geliyordu ve ancak fikirler kullanılarak yığınlarla başa çıkılabilirdi. Sokrates’in diyalektik metodu ise karşılıklı konuşmaya dayanan ve doğruyu bulmaya odaklanan bir metottu. Herkesin içinde var olan doğruyu buldurma uğraşındaydı ve bunu fikirleri yok ederek değil, fikrin kendi içindeki doğruluğu çıkartarak yapıyordu. Sokrates’e göre filozof, şehri yönetmekle değil, vatandaşların daha doğru olmasını sağlamakla yükümlü olmalıydı.

Fakat Sokrates farkında olmasa da, polis ile çatışmanın daha gizli olan yolunu bulmuştu. Fikir içinde doğruyu aramak, fikirlerin tamamen yok olmasına ya da ortaya çıkanın illüzyon gibi görünmesine neden olabilirdi. Doğru, fikri yok ettiği için vatandaşların belirli olan siyasal realitesini de yıkabilirdi. Sokrates’in diyalektik metodundan sonra, kendisi her ne kadar doğruyu bulma yolunda olsa da, o veya bu genel doğruya varmayı amaçlamaması, yani kesin net sonuçlar fetişizmine yakalanmaması, kişilerin daha doğru bir fikirle değil, fikirsiz olarak yanından ayrılmasını sağlıyordu. Fikirler yıkılıp yerine yenileri konmuyordu fakat, doğruyu bulacakları steril bir zihni mümkün kılıyordu. Zaten doğru için de ön koşul bu değil miydi?

Felsefe ve siyaseti, yani filozofla polisi ayıran şey Sokrates’in siyasi rol oynamak istemesi değil, kendi metodunu kullanarak felsefeyi polis ile ilişkilendirmesiydi. Bu çatışma, felsefenin yenilgisiyle sonuçlandı ve özellikle Aristo ile birlikte, filozoflar, şehir için sorumluluk hislerini kaybetti ve filozofların hayatları herkesinkinden farklı olduğu için, polis de filozofların diğer vatandaşlardan bile daha az sorumluluk sahibi olduklarını iddia etti. En kötüsü ise felsefenin siyasal alanda yeri olmadığı fikrinin tohumları ekildi ve filozofların tek talepleri düşünme özgürlüklerinin korunması oldu.

Eğitim için Steril Zihin

Felsefenin siyasetten ayrılması ile birlikte düşünen ve eyleme geçen insan ayrımı yapılarak iki alan arasındaki tüm köprüler yıkılmış oldu. Böylece 2500 yıl sonra bile hala siyasal alanda, doğrular ve genel iyilere odaklanmayan, ‘herkes için’ yerine ‘bizim için iyi’ anlayışını üreten siyasal bir sistemle karşı karşıyayız. Çocuklarımız için her gün ‘en iyisini’ isterken, belki de doğru soru ‘Eğitim nasıl siyasallaştı?’dan çok ‘Eğitim siyaseti nasıl yeniden felsefize edilebilir?’ olmalı.


Dipnotlar:

  1. Bu bölüm adı geçen makalelerden düzenlenmiştir.

    Hannah Arendt, “Phiosophy and Politics” Social Reasearch, vol,57, no1 (spring1990) pg83-103

    Margeret Canoucan, “Hannah Arendt Reinterpretation of her Political Thought”, New York & Melbourne: Cambridge University Press, 1992